Bu sayfayı yazdır
Pazar, 04 Mayıs 2014 17:06

1nci ASSAM Semineri: Hıristiyanlıkta, İslamiyet’te ve Laiklikte Devlet, Demokrasi ve Kadın / Hüseyin DAYI (26 Nisan 2014)

Yazan
Öğeyi Oyla
(3 oy)
Arş Yaz Hüseyin DAYI Arş Yaz Hüseyin DAYI 1nci ASSAM Semineri'nde sunumunu yaparken

"İslâm Fıkhına Göre Devlet, Hilafet ve Saltanatta Yönetim Usul ve Esaslarına Işık Tutan Hükümler" konulu ASSAM Seminerinde Araştırmacı Yazar Hüseyin DAYI tarafından sunulan "Hıristiyanlıkta, İslamiyette ve Laiklikte Devlet, Demokrasi ve Kadın" konulu tebliği metni ve videosu aşağıdadır.

 

Hırİstİyanlıkta, İslamİyet’te ve Laİklİkte Devlet, Demokrasİ ve Kadın

Hüseyin DAYI

Bismillahirrahmanirrahim.

Muhterem katılımcılar hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Benden önceki iki değerli konuşmacı, konularının tabii akışı içinde programa göre benim ele alacağım “şura, rey, bi’at, liyakat, adalet” ve dolayısıyla “İslam Devleti’nde müşterek iradenin teşkili ve aslî görev alanları” gibi meseleleri de önemli ölçüde işlediler. Bir bakıma iyi de oldu. Çünkü her ikisi de, o meseleleri tam bir vukufiyetle izah ettiler. Bu durumda önceden hazırladığım tebliğe göre değil de, konuşmacıların düşünce hayatımızda gördükleri eksiklerden hareketle bir analiz yapmaya çalışmam daha uygun olacaktır.

 

Konuşmacılardan Mehmet Erdoğan hocamız, dindarlar arasında demokrasiye ve sosyo-politik alanda kadının aktivitesine soğuk bakan bir tutumun mevcudiyetinden yakındı. O haklı yakınmalar, o meseleleri daha titiz bir şekilde ele almamızın gerektiğini göstermektedir. Şayet İslamî bir devlet, sadece geçmişe ait bir uygulama olsaydı dikkatimizi fazlaca yoğunlaştırmamıza gerek kalmayabilirdi. Fakat Batılı düşünürlerden Noah Feldman’in de ifade ettiği gibi, bütün dünya Müslümanları arasında “İslam Devleti” arzusu gittikçe kuvvetlenmektedir. Aslında herkesin gözlemlediği bu durumda, günümüzdeki devlet hayatının gereği olarak, sadece ilahiyatçıların değil, multidisipliner bir yaklaşımla her alandaki ilim mensuplarının çalışmalarına ihtiyaç var demektir. Şimdi konumun büyük ölçüde işlenmişliği zaruretinden dolayı, bir değişiklik yaparak İslam, Hıristiyan ve Batılı laik medeniyetlerin devlete, demokrasiye ve kadının siyasetteki aktivitesine yönelik tutumlarını sergilemeye çalışacağım.

Devletler ve Dinler

Hepimiz bir devlet içinde doğduk, iyi-kötü yönleriyle onu gördük. Mevcut dinler de öyledir. Fakat Hıristiyanlıkla İslamiyet, gelişme süreçleri bakımından birbirinden farklı birer seyir takip etmişlerdir.

Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunun hâkimiyeti alanındaki bir bölgede tezahür etmiş, Yahudilerin şikâyeti üzerine devletin takibine maruz kalmış ve Hz. İsa tutuklanarak ölümle cezalandırılmıştır. Bu yüzden Hıristiyanlık, doğrudan İsa (a.s) tarafından değil, din adamlarının sonradan yorumlayarak anlatmalarıyla yayılmıştır.

Mevcut hâldeki İncil’de Hz. İsa’ya ait olduğu belirtilen bazı sözler, kendisinden sonraki Hıristiyan azizlerinin devleti yorumlamasına zemin teşkil etmiştir. Bu sözlerden biri, “Sezar’ın hakkını Sezar’a Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” şeklindedir. Ondan başka da yine İncil’e göre, daha önce havarilerine, kılıcı olmayan bir kılıç alsın, diyen Hz. İsa (a.s), havarilerden birinin, burada iki kılıç var, şeklindeki cevabı üzerine, “Yeter” diye cevap vermiştir. Tutuklanması esnasında ise, havarilerden biri kılıçla vurup başkâhinin kölesinin kulağını koparmış, Hz. İsa derhal, “Kılıcını yerine koy. Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek. Ben yardım istesem, babam hemen on iki tümenden fazla melek gönderir” diyerek havarileri durdurmuştur. Yargılanması esnasında, “Sen Yahudilerin kralı mısın?” şeklindeki soruya ise, “Ben kralım ama krallığım bu dünyada değildir” diye cevap vermiştir. Hıristiyanlığı Avrupa’da yayan “Aziz” Pavlus (Saint Paul), Hz. İsa’nın bu sözlerinden, “Herkes altında bulunduğu yönetime bağlı olsun. Çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar, Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle yönetime karşı direnen, Tanrı’nın düzenlediğine karşı gelmiş olur. Karşı gelenler yargılanır” şeklinde bir hüküm çıkarmıştır.

İmparator Theodosius, M. S. 378 yılında Hıristiyanlığı Roma’nın resmî dini olarak ilan ettikten sonra, Hıristiyan din adamları devletle ilgili içtihatlarını daha da geliştirmişlerdir. Hâkim görüş, “Allah’ın Devleti”nin göklerde, insanların devletlerinin ise dünyada olduğu şeklinde olmuştur. İnsanların esasta günahkâr olduğu, bu sebeple de cezayı hak ettikleri şeklindeki Hıristiyan inancına uygun olarak dünyadaki her devletin, zulmetmekte veya adil olmakta serbest olduğu ilkesi benimsenmiştir. Kilisece “aziz” unvanı verilmiş olan Augustinus, dünya devletlerinden adalet beklenemeyeceğini ileri sürmekle; bir başpiskopos olan Salisburyli John da, “Dünyadaki bir devlet, şayet âdil olursa bu kendi iyiliğindendir. Yok, eğer zalim olursa bu, insanların zaten hak etmiş olduklarındandır” demekle bu ilkeyi daha da sertleştirmiştir. Böylece Hıristiyanlık, biraz önce anlatılan iki kılıcın birini dünya devletine, diğerini “Allah’ın Devletini temsil eden” Kilise’ye vermiş oluyordu. Bu inanç, Roma İmparatorluğu için Hıristiyanları en kolay yönetilebilir tebaa durumuna getirmişti. Her türlü baskıya boyun eğen Hıristiyanlar, kendi dinlerini kabul etmiş olan Roma hükümdarları yönetiminde çok rahat etmeleri gerekirken, zulme maruz kalıyorlardı. Hatta o zulümlere, Kilise’nin engizisyon zulmü de eklenmişti. İnsanların eşitliğini ön plana çıkararak Protestan mezhebini kuran Luther bile, kendisine güvenip zulme başkaldıran köylüleri, “Eşitlik ancak Allah’ın devletindedir. Bu dünyada köle de olacaktır, efendi de” diyerek azarlamış ve prensleri, katliam yapmak üzere onların üzerine sevk etmiştir. O süreçte on binlerce Hıristiyan köylü, Hıristiyan prenslerin emriyle, Hıristiyan askerler tarafından kılıçtan geçirilmiştir. Yani Luther, “İki Kılıç” teorisindeki iki kılıcı da devlete teslim etmiştir. Neticede zaten bütün hak ve hürriyetlerden mahrum bırakılan halk kitlelerinin durumu aynı kalmıştır. O zulüm altındaki Avrupalılar, bugünkü hak ve hürriyetlerine asırlar süren mücadelelerle ulaşabilmiş, bu hak ve hürriyetlerini ise laik/seküler sistemle teminat altına alabilmişlerdir.  

İslamiyet’in doğup gelişmesine bakıldığında ise apayrı bir özellik görülmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v)’in doğduğu dönemdeki Arap yarımadasında herhangi bir devlet yoktu. Devlet benzeri iki yapılanma, Mekke ve Taif şehirlerinde bulunuyordu. Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakif kabileleri hâkimdi. Hz. Muhammed’in Allah (c.c) tarafından risaletle görevlendirilmesiyle Mekke’de başladığı İslam’ı tebliğle, birçok mümin kazanmasına rağmen, hâkim müşrik toplumun baskıları ve Müslümanların henüz cihat emri almamış olmaları sebebiyle İslamiyet o dönemde Mekke’de kökleşememiştir. Hz. Muhammed’in önem verdiği diğer şehir olan Taif’in halkı ise, İslam’a karşı çok daha katı bir tutum takınmakla tam bir set çekmiş oldular. Sonuçta İslam’ın kökleşip yayılmasında en önemli şehir Medine olmuştur. O zamanki adı Yesrib olan Medine’de devlete benzer bir yapılanma olmadığı gibi, Hazrec ve Evs isimli Arap kabileleri birbirleriyle çatışmalı hâldeydiler. Ayrıca Yahudi, Hıristiyan dinlerinden insanlar ile “Mevalî” denilen Arap olmayan topluluklar da vardı. İslam’ı kabul eden Medinelilerin verdiği destek de, orayı Müslümanlar için uygun bir şehir durumuna getiriyordu. Hicretin Mekke’den Medine’ye olmasının sebebi, şehirlerin bu özellikleridir.

Bu arada Hıristiyanlığa kıyasla İslamiyet’in sahip olduğu bazı imkânları da belirtmek gerekmektedir. İslamiyet, bir devlete bağımlı olarak gelişmemiş, devletsiz bir toplumda kendi devletini kendi tesis etmiştir. İslamiyet’in, itikadî, sosyal ve siyasî bütün prensipleri, Kur’an-ı Kerim’e dayanarak ve doğrudan doğruya Hz. Peygamber tarafından anlatılmış ve tatbike konmuştur. O prensiplerin sosyo-politik alanda en önemlisi de “adalet” olmuştur. Bu itibarla fertler de devlet de adil olup-olmamak konusunda serbest bırakılmış değildir. Adil olmak, kesin ve temel bir vazifedir.

İslamî, Gayrîislamî Devletler ve Demokrasi

Devlet üzerine yapılan ve kabul gören tanımlardan birinde, “Devlet, bir hükümet ve ortak kanunlara bağlı teşkilatlı millettir” denmektedir. Bu tanım, “modern ulus-devlet” anlayışını aksettirmekten başka bir mana taşımamaktadır. Zaten o devlet yapısında ifade edilen “millet” tanımında da tam mutabakat sağlanamamıştır. Birbiriyle alakasız birçok tanım üzerinde tartışmalar hâlâ sürmektedir ki, o durumu anlatmak bu konunun muhtevasına girmemektedir. Fakat Türkiye dâhil, kurulu devletlerin nerdeyse hepsinde, “Sizin tanımınıza göre biz ayrı milletiz, öyleyse ayrı bir devlet olmalıyız”, diyen sosyal gruplar oluşunu dikkate almak bile tanımın kifayetsizliğini görmeye yetmektedir. Üstelik devlet için yapılan tanımdaki o teşkilatlanma ve kanunların kimin tarafından yapıldığı da ayrı bir problemdir. Ulus devlet olsun-olmasın, genel olarak devletin o özelliğini en isabetli şekilde yapan düşünür, Norman Barry’dir. Diyor ki: “Modern devletin karakteristik özelliği, siyasî eşitsizliktir; bazı bireyler, başkasının yapmasına izin verilmeyen faaliyetleri yerine getirme, vergi koyma, bireyleri zorla askere alma ve belki de daha önemlisi, hukuk yaratma yetkisi taşımaktadır.”

Barry’nin bahsettiği “hukuk yaratma yetkisi” konumuz açısından dikkate değerdir. İslamî anlayışta hukuk yaratma yetkisi, yalnızca Allah’ındır. Devlet başkanı da dâhil herkes o hukuk önünde eşittir. Hatta devlet yöneticilerinin hukuku tatbikte adil olmak bakımından, mesuliyetleri daha fazladır. Akabe buluşmalarındaki biatlarda Resulullah’a bile, “yapacağın iyi işlerde” şerhi konularak bağlanılmıştır. Bundan başka yöneticilerin seçilmesinde olsun, müşaverelerde fikir beyan etmekte olsun, halk kesimlerinin iştiraki de istenmiştir. Bu prensibi dikkate alan İmam Gazzâlî, bazı meseleleri konunun ehline bırakmak gerektiğini söylemiş ve buna örnek olarak barış anlaşması için gerekli vasıflarda şahısların yetkilendirilmesini vermiştir. Halkın tamamının reyine sunulacak meselelerin oylanmasında ise, sadece çocuklarla delileri hariç tutmuştur.

Hıristiyanlık, devleti hukukî sorumluluktan muaf tuttuğu ve halka da her halükârda itaati emrettiği için zaten demokrasiye uygun değildi. Hıristiyanlar demokrasiye ancak laik/seküler sisteme geçişle neticelenen mücadeleler sonunda ulaşabilmişlerdir.  

Ne yazık ki, dindar Müslümanlar arasında etkin bazı çevreler, Batılı sistemlere karşı olmak şeklindeki paradigmal bir etkenle demokrasi kavramına çok soğuk bakmakta; hatta İslamî bir demokrasinin var olduğunu söyleyenleri, “İslam’a demokrasiyi yamamak” ile itham etmektedirler. Oysaki bugünkü demokrasi, Atina ve Roma demokrasilerinden ise İslamî demokrasiye daha yakındır. Onlarda sadece zengin şahısların iştiraki söz konusuydu; ilk İslam Devleti’nde ise halk kesimlerinin tamamının iştirak edebilmesine uygun güçlü bir temel atılmıştı. Hele Medine’de Hz. Enes’in evinde yapılan ve ilk anayasa olma özelliği taşıyan antlaşmanın, Müslüman ve başka dinden kesimlerin temsilcileriyle yapılmış olması; farklılığın, çeşitliliğin de kabul edilmesi demektir. Oysaki Batı modernitesinde çeşitlilik, ancak on dokuzuncu asırda filozof John Stuart Mill tarafından gündeme getirilebilmiştir.

Müslüman entelektüeller arasında yaygın olan bir yanlış kanaat de İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnette, devlet modeli olarak krallık, saltanat veya cumhuriyet şeklinde bir belirtme olmadığıdır. O kavramlar kullanılmamış olsa da yöneticide soya dayalı değil, liyakate dayalı tercihler yapmaya yönlendirildiği ve her yeni halifenin seçimi için ayrı bir müşavere ve biat yapıldığı aşikârdır. Bu itibarla sonradan kurulan saltanat sistemi, İslamî anlayıştan çok önemli bir sapma olmuştur. Biatı birey, yine bireye yapar; biat edilenin oğullarına ve torunlarına değil.

Zaten günümüzdeki siyaset biliminde demokrasinin, “çoğulcu demokrasi, çoğunlukçu demokrasi, katılımcı demokrasi” gibi birçok çeşidi sayılmaktadır.  O çerçevede İslamî demokrasiden de bahsetmek mahzurlu görülmemelidir. Ondan maksadın haramlarla helalleri oylamaya sunmak olmadığı bilinmelidir.

Hıristiyan, Laik Devletler ile İlk İslam Devleti’nde Kadınlar  

Hıristiyanlıkta insan “ilk günah”tan dolayı suçlu görüldüğü için “dünya devleti” karşısında hiçbir hak ve hürriyete zaten sahip olamazdı. O durum kadınlar için daha vahimdir. Aziz Pavlus, “ilk günah”ı hatırlatıyor ve “Aldanan Âdem değildi, kadın aldanıp suç işledi” diyordu. Hıristiyanlığın bu özelliğinden dolayı Batılılar da laik/seküler dönemlerde kadınlara haklar verildiğini söylemektedirler. Oysaki o haklar, yöneticiler ve hatta liberal düşünürler tarafından da tanınmamış, kadınlar asırlar boyunca çok ciddi mücadeleler vererek kazanmışlardır.

Kadın hakları konusundaki ilk etkili felsefî ses, “İlk İngiliz Feministi” unvanı verilen kadın yazar Mary Astell’den duyulmuştur. Astell, İngiliz liberal filozoflarından ünlü John Locke ile giriştiği tartışmada, egemenliğin erkeklere tanınmasını kabul edilemez buluyordu. Yine bir İngiliz kadın yazar olan Mary Wollstonecraft, egemen erkeklere taleplerini kabul ettirmek için onların mantığıyla hitap etmek ihtiyacı duyuyor ve şöyle diyordu: “Eğer çocuklar gerçek anlamda yurtseverliğin ne olduğunu anlayacak biçimde eğitileceklerse, annelerin birer yurtsever olması gerekir… Varmak istediğim sonuç açıktır: Kadınları rasyonel varlıklara ve özgür yurttaşlara dönüştürün; bunu gerçekleştirdiğinizde onlar kısa zamanda iyi zevceler ve anneler olacaklardır.” Wollstonecraft’ın kabul ettirmek istediği hak, okul eğitimi görmekti.

Wollstonecraft’ın ifadelerindeki iyi zevce, iyi anne olup yurtsever çocuklar yetiştirmek vurguları özellikle dikkat çekicidir. Çünkü kadınlardan beklenen sadece o meziyetlerdi.

Sonraki dönemde Avrupa’da kadın haklarının en azimli mücadelecisi, Fransız İhtilali’ne aktif olarak katılmış olan kadın düşünür Olympe de Gouges olmuştur. İhtilalcilerin yaptığı her türlü haksızlığa karşı çıkmış olan o kadın düşünür, en çok da kadınlara yapılan haksızlıklara itiraz ediyordu. İhtilalcilerin İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisine karşı yayınladığı, “Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirisi”nin onuncu maddesinde şöyle demişti: “İdam sehpasına çıkmaya hakkı olan kadının, hitabet kürsüsüne çıkmaya da hakkı olmalıdır.”  Fakat modernitenin “hakçı ve özgürlükçü”(!) laikleri, ona sadece “idam edilme hakkı”nı tanıdılar. Gouges, kendisinin de katıldığı İhtilal’le gelen yönetim tarafından idama mahkûm edilmiş ve kafası giyotinle kesilerek öldürülmüştür.

Çok ilginçtir ki Batı toplumlarında kadınlar, mücadelelerle elde ettikleri haklardan biri olan seçme ve seçilmeye ancak yirminci asırda kavuşabilmişlerdir.

İlk İslam Devleti’nde ise kadınlar o zamanki şartlar nispetinde sosyo-politik alanda aktif olmuşlardır. Mesela Hicret’ten önceki ikinci Akabe buluşmasına gelip Hz. Muhammed’e biat eden Medineli yetmiş beş Müslüman’dan ikisi kadındı. Kadınların da biatını kabul etmesi ise Allah’ın emrine dayanıyordu. Konuyla ilgili ayet, “Ey Peygamber! Mümin kadınlar, …hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et” şeklindedir. İlk İslam Devleti’nde iş hayatında bulunan, ilim tahsil eden, başta Hz. Peygamber ve halifeleri olmak üzere devlet yöneticileri tarafından istişare ile fikirleri alınan, çarşı-pazar denetlemesiyle görevlendirilen kadınlar olmuştur.

 

Sonuç

Weber, Huntington, Fukuyama gibi düşünürler, Batı’nın bugünkü hürriyet ve refah seviyesini,  “Hıristiyan medeniyeti” diye tanıtmaktadırlar. Hıristiyan yönetime karşı asırlarca mücadele ederek kazanılan haklar, nasıl Hıristiyan medeniyeti olabilir? Aynı mücadelenin, laik/seküler dönemde ve hatta liberal filozoflara karşı bile sürdürüldüğü de unutulmamalıdır. 

İlk İslam Devleti’nde ise o hak ve hürriyetler, daha kuruluş safhasından itibaren devletin temel prensipleri olmuştur. O sayede İslam Devleti, kısa zamanda güçlenmiş bilim-teknik, ekonomik refah dâhil her alanda Roma ve Sasanî gibi dönemin en güçlü imparatorluklarından çok üstün duruma gelmiş ve onları harp meydanlarında da yenmiştir.

Batılılar bu üstünlüğü de kendilerine mal etmek için olacak ki, İslam Devleti’nde antik dönem Batı felsefesinin eserlerinin Arapçaya tercüme edilip okunmasına bağlamışlardır. Bu tezin yanlışlığını ise yine bir Hıristiyan düşünür ortaya çıkarmıştır. Geoge Saliba isimli o düşünür, İslam dünyasındaki ilerlemenin o tercümeler sayesinde olmadığını, tam tersine o tercümelerin daha önce doğmuş bir ilerilik sayesinde olduğunu belirtmiştir.

Batlılar ve Türkiye’deki aşırı laikçiler, İslam dünyasında asırlar sonra yaşanan gerilemeyi ise, İmam Gazzâlî’nin felsefeyi dışlamasına bağlamış ve on üçüncü asırdan itibaren gerileme yaşandı, demişlerdir. Oysaki on üçüncü asırda Moğol istilası yaşanmış, Anadolu dâhil olmak üzere İslam dünyası büyük bir yıkıma uğramış, şehirler ve Bağdat Kütüphanesi yakılıp yıkılmış, devletler parçalanıp fetret dönemleri yaşanmıştır. Buna rağmen Osmanlı yine güçlenmiş ve on altıncı asrın sonlarına kadar her alanda dünyanın en büyük gücü olmuştur. Gazzâlî ise bütünüyle felsefeyi değil, iman esaslarıyla ilgili meselelerde felsefeye karşı çıkmıştır. O konuda bile yaptığı ise, felsefenin izahlarını yine felsefî olarak çürütmek olmuştur.

Bugün İslam dünyasının entelektüelleri, kendilerinin ve dünyanın problemlerine çözümler ararken İslamî referanslara yönelmekte haklı görünmektedirler. O arayışlarda sadece dinî alanda değil, günümüzdeki sosyo-politik şartların karmaşıklığından dolayı farklı ilim alanlarında da çalışmalar yapılması gerekmektedir. O çalışmaların dinî anlamda geçerliliği ise elbetteki din âlimlerinin tetkikiyle anlaşılabilecektir. Her türlü titizliğe rağmen, elbette ki hatalı çözümler de ileri sürülebilecektir. Samimi çaba içindeki insanları, şayet olursa hatalı tezlerinden dolayı karalamamak, daha doğrusunu bulmaya çalışmak lazımdır. Şüphesiz ki asıl doğru olanı bilen, yani Alim olan ancak Allah (c.c)’tır.    

Hasbinallahu ve ni’mel vekil, ni’mel Mevla ve ni’mel nasir.

Hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum.

 

Okunma 4085 defa Son Düzenlenme Pazartesi, 05 Mayıs 2014 05:32

Ortam

Arş Yaz Hüseyin DAYI 1nci ASSAM Semineri'nde sunumunu yaparken
Yorum eklemek için giriş yapın