Bu sayfayı yazdır
Pazartesi, 30 Kasım 2020 09:08

Azerbaycan Üzerinden Türkiye’nin Yol Haritası Nasıl Olmalıdır?

Yazan
Öğeyi Oyla
(4 oy)

Birinci Dünya Savaşından sonra dağılan İslam Coğrafyası kendini toparlama ve geliştirmede çağı okuyamadı. Osmanlının Akdeniz’de donanma üstünlüğü bulunan Cenevizler ve Venediklilerin üzerinde kurduğu deniz üstünlüğünün temelinde Büyük Yelkenli Gemilerin (Kalyon) karşısına daha küçük ve süratli hareket edebilen kadırgalarla çıkması olduğu bilinen bir gerçek.

Nitekim Osmanlı’nın Avrupa karşısında güç kaybetmesinin temelinde de yine çağı okuyamaması ve özellikle savunma sanayi alanında yeni teknolojileri geliştirememesi olduğunu söylememiz gerekmektedir.

Birinci Dünya Savaşından sonra İslam Ülkelerini işgal eden işgal etmese de kendilerine bağımlı idarecilerin yönetime gelmesini teşvik ederek batı bizlerin teknoloji ve sanayileşme alanında kan kaybetmesine neden olmuştur. Kendileri pozitif bilimle uğraşırken bizleri kukla idareciler vasıtasıyla kendilerine bağımlı hale getirdiler.

Cumhuriyet sonrası Türkiye’mizde Vecihi Hürkuş, Nuri Killigil gibi isimler ya da Devrim Otomobilini üreten mühendislerimiz bir nebze bir atak yapmak istemiş olsalar bile maalesef bürokrasi ve suikastlar sonrasında bu atılımlar tasfiye edilmiştir.

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası başlayan milli teknoloji hamlemiz bugün hatırı sayılır bir konuma gelmiştir. Bunu Suriye’de, Libya’da görsek de asıl Azerbaycan Ermenistan Savaşı sonrasında dünya ve içimizde ki devşirme zihinler daha net gördü.

Türkiye batılı devletlerin olmadığı diplomatik bir masaya bu gücü sayesinde oturmayı başardı. Bu başarı Sovyetlerin baskısı altında kendi stratejisini oluşturamamış Orta Asya Cumhuriyetleri nezdinde de örnek teşkil etti.

Türkiye bu diplomatik süreci sahada olduğu gibi iyi yönetmeli ve Nahcivan Azerbaycan arasında kurulacak olan kara yolu irtibat köprüsünü bir an önce tesis etmelidir. Türkiye’nin Dağlık Karabağ bölgesi başta olmak üzere esas stratejisi bu olmalı ve bu köprü üzerinden Azerbaycan öncelikli olmak üzere bölgedeki Türk Cumhuriyetlerinin Ordularının eğitim ve donatımlarını üstlenecek hal tarzlarını belirlemelidir.

Türkiye bunun için resmi anlaşmalarla bölge ülkelerine askeri danışmanlık ve eğitim hizmeti götürmeli, savunma sanayi şirketlerini bu ülkelere refere etmelidir. Bölge ülkelerinin silahlı kuvvetlerini Türk ve İslam doktrini üzerine eğiterek Rusya askeri doktrininden, savaş ve eğitim anlayışından kurtarmalıdır.

Dünya üzerinde yürütülen vekalet savaşları örneğinde olduğu gibi Türkiye meşru dairede özel askeri şirketleri vasıtasıyla bölgede yer almalı, iç muhalefetin emperyalizmin ağzı ile yaptığı eleştirilere kulak asmamalıdır. Azerbaycan-Ermenistan savaşı sonrası oluşturulan diplomasi masasında ABD ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkelerin olmayışı bir milattır ve Türkiye’nin önünü açan bir sonuçtur.

Türkiye Suriye’de başlayan Türk-Rus yakınlaşmasını burada da değerlendirmeli ve Rusya ile müttefiklik üzerinden bölgedeki kalıcılığını daimî ve etkili bir konuma taşımalıdır. Rusya Doğu Akdeniz enerji sahasında batılı ülkelerin Rus doğalgazına olan bağımlılıktan kurtulma çabası karşısında Türkiye’nin müttefikliğine muhtaç durumdadır. Bu ve benzeri stratejiler Orta Asya için avantaja dönüştürülebilir

Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ taarruzunda hem halkının hem de silahlı kuvvetlerinin Rusya askeri müdahalesinden çekincelerini hissetmeyenimiz kalmamıştır. Türk Cumhuriyetlerinde Rusya yanlısı ve karşıtı siyasi ve bürokratik yandaşların varlığı bir gerçek. Hatta Rusya ordusunun Dağlık Karabağ bölgesine barış gücü olarak gönderdiği birliğinin kumandanı Müslüman ve Türk asıllı olduğu ifade edilen bir general olduğunu unutmayınız.

Rusya öyle bir beyin yıkama faaliyeti icra etmiş ki Çeçenistan’ı silahlı gücüyle değil çeçenler içinden bulduğu Çeçenli yandaşları ile yendi. Nerede kaldı şimdi Şeyh Şamil’in Çeçenistan’ı? Tüm orta Asya ülkeleri buna kıyas edilebilir.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Türk ve İslam dünyası çok farklı bir savaş türüne muhatap olmaktadır. Osmanlı, öncelikle etnik, dini ve kültürel çeşitliliği yansıtan, böylece sosyolojik boyutta heterojen bir yapıya kavuşturularak, bu kimlik çeşitliliğini bir arada tutma yeteneği köreltilen bir stratejiye muhatap olmuştur. Batılı güçler Osmanlı’da sosyolojik alan hâkimiyetini kendi lehlerine çevirmişler, aşamalar halinde bu sosyolojik süreci gittikçe coğrafyaya yansıtan ve daha sonra da bağımsızlık taleplerine sürükleyen bir sosyolojik süreç yönetimi gerçekleştirmişlerdir. Günümüzde de strateji aynıdır. Şu kadar ki, bu strateji dün Osmanlı jeopolitiğini dağıtmıştı. Günümüzde ise, Türk-İslam jeopolitiğini hedef almıştır. DAEŞ, FETÖ ve PKK gibi yerel oluşumlar, bu stratejinin açılımlarıdır ve bizim yanlış eğitim ve kültür politikalarımız ile kaybettiğimiz sosyolojik alan üzerinde palazlanmaktadır. Türkiye bu sosyolojik stratejinin farkında olmalı, bütün politikalarını, sosyolojik alan hâkimiyeti önceliğine göre revize etmeli, merkezden başlayarak çevreye ve bölgeye sosyolojik güvenlik artırıcı tedbirlerini yaygınlaştırmalıdır. (Ayrıntı için bknz. Sosyolojik Savaş, 3. Basım, Yusuf Çağlayan-TİMAŞ. Yay.)  

Türkiye tarihi bir fırsatın eşiğinde ve bunu yapacak güç ve kudrete sahiptir. Bu anlamda bölgede etkin bir mücadelenin verilebilmesi ve kalıcı olarak Türk savunma stratejisinin yerleşmesini sağlayacak yegâne adım sosyolojik anlamda atılacak adım olmalıdır. Bu adımın literatürümüzde ki adı “Sosyolojik Savaştır.” Dağlık Karabağ’da %70 Türk nüfusuna karşın %30’larda olan Ermeni nüfusunun sosyolojik savaşın gereği olarak tersine çevrilmesi ve Türk nüfusunun Ermeni nüfusundan azınlık durumuna düşmesi bunun ispatı niteliğindedir.

Türkiye sadece savaş teknolojisi ve savunma sistemleri araç ve gereçleri ile değil, sosyolojik savaşın gerekleri ile sahada olmalıdır. Akılcı adımlarla bölgede göçe zorlanmış Türk nüfusun geri dönüşü iyi planlanmalı ve bu nüfusun Türk doktrini ve düşünce sistemiyle donatılması için ekonomik ve fikri eğitim yatırımlarının dikkatlice hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Batı ülkemizde FETÖ terör unsurlarını sosyolojik savaş kavramı üzerinden dizayn etti. Kurduğu eğitim ve ekonomik kuruluşlarıyla etkin ve saygın bir konuma yükseltti. Sonrasında olanlar malum.

Şimdi sıra bizde. Bu anlamda Türkiye bu adımları çok dikkatli atmalıdır. Eğitim ve ekonomik seferler düzenlenmeli bölgede etkin bir Türk algısı yerleştirilmelidir. Bölgede Sosyalizmin baskısı ile unutulmuş olan İslam dini yeniden canlandırılmalı ve gerçek ilim-irfan sahibi mütefekkirlerle bölgeye çıkarma yapılmalıdır. Türk-İslam jeopolitiğini inşa edecek sosyolojik dinamikler, saha üzerinde aktive edilmelidir. Askeri güç unsurları, sosyolojik stratejilerle bütünleştiği oranda fonksiyonel olacaktır.

Geçmişimizle bağımızın koparılarak asırlık devlet gelenek anlayışımızın resetlenmek istendiği Osmanlı’nın izlediği Fetih Anlayışı yeniden sahada tatbik edilmelidir. Bunun için gerekli bilgi ve tecrübe arşivlerimizde mevcuttur.

Yeterki aslımıza ve özümüze dönüp medeniyete ulaşmanın yolunun Batılılaşmaktan geçtiği çağdaşlık algımızdan kurtulacak stratejileri hayata geçirelim.

Bu millet geçmişte bunu defalarca başarmıştı. Bundan sonra başarmaması için bir engel yoktur.

Çünkü artık rüzgâr karşımızdan değil arkamızdan esmekte.

Yorum eklemek için giriş yapın