Ahmet Davutoğlu; bu edilgenlikten kurtulmanın ancak bir varoluş iddiasına dayanan stratejik zihniyetle olabileceğini dile getirir. Ve bunun içindir ki ancak stratejik zihniyeti oluşturmuş olan ve bu zihniyeti değişen şartlara göre yeni kavramlar, araçlar ve formlar ile yeniden üretebilen toplumlar uluslararası güç parametrelerinde ağırlık koyabilme kabiliyeti kazanırlar.
Böyle bir perspektifle bakacak olursak MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın neden hedef seçildiğini anlamamız zor olmaz. 2012 Ocak ayında MİT’in 85. Kuruluş yıldönümü münasebetiyle MİT- Medya buluşmasında bir soru üzerine Fidan’ın konuşmasında geçen “…parametreler belli. İnsan kaynakları önemli. Bu kaynakların hepsi Türkiye’de var. Bölgesel değil, global anlamda da MİT’in iki üç yıl içinde dünyada söz sahibi olması için çalışıyoruz… Teşkilatımız bölgenin yıldızı durumundadır. yakın gelecekte küresel yıldız olacaktır….” şeklindeki sözleri aslında MİT’in stratejik yol haritasının ne olduğunun deklarasyonuydu.
Türkiye, ekonomik üstünlüğün ülkelere güç mücadelesi politikalarında yeni araçlar sunduğunun çoktandır farkında olan bir ülke. Nitekim Hakan Fidan, Middle East Policy için yazdığı dış politika makalesinde Türk dış politikasının oluşturulmasında ekonomik, kültürel ve siyasi unsurlara vurgu yaparak “Premium Türkiye” tanımlamasıyla, TUSKON’dan TİKA’ya, Yunusemre Vakfı’ndan Türk dizilerine varana dek “soft power”; yumuşak güç olduğunu, ancak her birinin etkin bir sinerji oluşturduğuna vurgu yaparak şunları yazmıştır: “Türk dış politikasını takip edenler son on yılda yeni bir etkinlik sürecine girdiğini kabul ediyorlar. Türkiye, dünyadaki rolüne ilişkin yeni bir algıya paralel olarak bölgesel ve küresel ilişkilere benzersiz bir katkıda bulunmaya azmetmiş durumda ve yükselen bir aktör olarak kendini giderek daha fazla gösteriyor…”
Türkiye’nin Afro-Avrasya coğrafyasında yapmış ve yapmakta olduğu ekonomik, politik, kültürel ve stratejik hamleler başta söylediğimiz “dışarıdakiler” setini aşmasına neden olmuştur. 11 Eylül olayı ve sonrasındaki tarihsel süreç, ABD’nin önderliğindeki uluslararası yapının tek kutuplu olmadığını ve olamayacağını göstermiştir. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD jeopolitiği ve jeostratejisinin Orta Doğu’da, Irak’ta, Orta Asya’da ve Afganistan’da zayıflamasıyla küresel lider olma potansiyeline sahip uluslararası aktörler; ABD’nin küresel rakipleri durumuna gelmişler, gerek bölgesel, gerekse uluslararası ortamda stratejik açılımlarına ivme kazandırmışlardır. Bahsettiğimiz bu çok kutuplu dünya düzeni, küresel anlamda dünyanın jeoekonomik, jeopolitik ve Jeostratejik sıklet merkezinin Batıdan Doğuya, yani Atlantik’ten Pasifik yönüne kaydığı, küresel jeopolitik güç mücadelesinin Afrika-Avrasya ekseninde yaşandığı, enerji kaynaklarının ve güzergahlarının daha da önem kazandığı, dinamik, dengeli ve çok aktörlü bir uluslararası yapıyı ifade etmektedir. Nitekim; Zbigniev Brzezinski, “Stratejik Vizyon: Amerika ve Küresel Güç Buhranı” isimli kitabında stratejik ve jeopolitik güç merkezinin Doğu’ya (Avrasya’ya) kaydığını kabul etmek zorunda kalmıştır. 10şubat 2007’de 43. Münih Güvenlik Politikası Konferansı’nda Vladimir Putin, bir ülkenin ‘dünyada tek yönetici hakim’ yaratma çabasını eleştirmiş ve bunun sadece herkes için değil, aynı zamanda hakim güç için de zararlı etkiler doğurabileceğini savunmuştur.
Çok kutuplu bir dünyada hızla değişen parametrelere, tutarlı refleksler gösteren ve pozisyonunu güçlendirmeye çalışan bir Türkiye ile karşılaşan ve aslında Türkiye’nin reaksiyoner ve operasyonel manada proaktif gücünün farkında olan; dünyayı eski usullerle kontrol altında tutmaya çalışan kemikleşmiş paradigma, bu yeni durumu kabullenmek ve alışmak istememektedir. Bütün bu küresel pozisyonlara karşı Türkiye, 21. Yüzyıl yönetişim anlayışına uygun olarak dış politikada ön alabilmek için kendisine ön açacak her türlü enstrümanı kararlılıkla kullanmaya ve geliştirmeye devam etmektedir. Bu aşamada uluslararası sistemin çoğulcu sisteme dönüşümünde önemli bir farkındalık; ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin “Küresel Eğilimler 2025: Değişen Bir Dünya” başlıklı raporunda somutlaşmaktadır. Rapora göre, 2025 yılına gelindiğinde, güç ekseni Batı’dan Doğu’ya doğru kayarken, devlet dışı aktörler de uluslararası sistemde önemli bir nüfuza sahip olacak, yükselen devletlerle birlikte sistemin çoğulculuğuna katkı sağlayacaklardır.
Bütün bu argümanlar bir araya geldiğinde Ahmet Davutoğlu’na “Neo-Osmanlıcı” Hakan Fidan’a “İrancı” yakıştırmalarının gerek Batıya, gerekse bölge ülkelerine yönelik geliştirilen algı yönetimi operasyonudur. Zira Siyonist ve Evanvangelist neo-conların bu tür asimetrik medya saldırılarından karşı tarafın kamuoyu nezdinde takdir ve destek alacağının önceden kestirilememesi mümkün değildir.
Hem ülke içinde, hem ülke dışında birileri eskiden olduğu gibi Türk dış politikasının sistem içinde kalması gerektiğini ve masanın hep ucunda, kenarında sinik bir duruş sergilemesinin güven ve huzuru devam ettireceğini telkin etmeye ve felaket tellallığına devam edeceklerinden hiç kuşkumuz yok. “Hakan Fidan yönetimindeki MİT’in “sistem dışı” faaliyetleri Türkiye’nin izole olmasına neden olur. Hatta Türkiye’yi terörü destekleyen devletler arasına sokabilir…”(Emre Uslu, Taraf, 24 Ekim 2013) Emre Uslu ve onun gibi düşünenlere tavsiyem; onların savundukları paradigmaların çoktan iflas ettiğini fark etmeleri için Fidan’ın TİKA’dan bu güne söylediklerini, yaptıklarını, yazdıklarını tekrar okusunlar. İyisi mi dünyayı yeniden okuyup, anlamaya çalışsınlar.
(4 Kasım 2013 Yeni Şafak'ta yayımlanmıştır)