Hüseyin Caner AKKURT

Hüseyin Caner AKKURT

Araştırmacı-Yazar

Eposta: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Kapitalizmin ulaştığı bu yeni aşamada, adına finans kapital denen, mali sermaye ve sanayi sermayesinin birleşiminden oluşan büyük sermaye grupları ve tekeller ortaya çıktı. Eski tip sömürgecilikten farklı olarak, özellikle 1870’lerden itibaren ortaya çıkan emperyalizm, bu kapitalist ekonomik gelişimin sonucudur.                                         

Türkiye’nin bölgede her şeyden önce İslam Medeniyet havzasının son kalesi olmasından da neşet eden tarihi derinliği ve tecrübesi, hem de jeokültürel, jeostratejik ve jeopolitik sağlam kodlarının oluşması ve özelikle de yeni inşa sürecindeki perspektifi bu oyunu görmüş ve bu kirli savaşta fiilen olmayacağını açıkça, çekincesiz bir şekilde tüm dünyaya deklare etmiştir.  Bu kararın, ucu belli olmayan çatışma ortamına girmeme noktasında elimizi güçlendirdiğini ve riski en aza indirdiğini söylemek mümkündür. 

Yeni dünya düzeni insanlığı gayri insani küresel yönetişim biçimlerine doğru sürüklemektedir. Devletler adil ve barışçı bir dünya düzeninin unsurlarını oluşturmak bir yana kendi bağımsızlıklarını muhafaza etme irade ve kabiliyetinden mahrum bırakılmaya çalışılmaktadır. Türkiye bu açıdan bölgede yeni dönemde “değerli yalnızlık” stratejisi izlemek gibi bir lüksü olmadığının bilinciyle hareket etmeli ve tüm coğrafyaya umut aşılayacak stratejik bir konsepte çıtasını yükseltmelidir.                      

Perşembe, 26 Haziran 2014 00:00

Erdem Döngüsü

Proaktif bir pozisyona geçebilmek ve olayları düzenleyen yasaların keşfedilerek, olgular yerine değerler üzerinden hareket etmek için, tarih felsefesinin her alanda işlerlik kazanmasına işte bu yüzden acil ihtiyaç vardır. İşte bu noktayı nazardan bizden olmayan zihni kuşatılmışlığın içinde kalıp kalmamak ya da kalıpları kırmak elimizde.  Artık sürekli Batı’ya bakmaktan boynumuz ağrıdı. Belirli bir kültürün lensleriyle bakmaktan da gözümüzün rengini unuttuk.

Pazartesi, 16 Aralık 2013 10:35

Liberalizm: Akıl Tutulması (16 Aralık 2013)

1980 sonrasındaki  yeni versiyon; “2.0  küreselleşme” dalgası, beraberinde dominant gücünü, yani neoliberal anlayışı da ekonomiden, siyasete, kültürden moral değerlere kadar kısaca, toplumu inşa eden bütün kılcallarına taşıdı. Neoliberalizm; ahlaki bilgi imkanını dışlayan bir bilgi anlayışı inşa etti. Bu anlayışta ahlâk, rasyonel bir inanç konusu değil, öznel bir kanaat meselesi haline dönüştü. İnanç ve dogmaya karşıt bir dünyada, ahlâk ancak kişisel bir inanç ya da dogmatik bir kanaat meselesi olarak var kalabilir. İki durumda da ahlâk, toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmek için gereksindiği otoriteyi koruyamaz. “…İnsanların hakikatin ne olduğu üzerinde tam bir mutabakata vardığı bir toplum var olamaz, olamadı. İyi toplum toplumsal hayatın ortak hakikatlerden çok, barışçıl birlikte yaşama kurallarına dayandığı toplumdur. Bu toplumlarda herkesin hakikati kendinedir…”(Yeni Şafak, 13 Kasım,2013) ifadesiyle Atilla Yayla liberal felsefenin kodlarını ortaya koymakta ve bahsettiğimiz; “ahlâkın öznel kanaat meselesi haline” dönüştüğünü doğrulamaktadır. Oysa sonuçları açısından düşündüğümüzde neoliberal düşünce biçiminin kaderi, geleceği son nokta; Nietzsche’nin modernlik kavramsalı üzerinden vurgu yaptığı nihilizmdir. Nietzsche’ye göre bu modernlik açısından sevinçle ve şevkle kucaklanması gereken bir kaderdir. Heidegger daha derine inerek, yani nihilizmin kökenine göndermelerde bulunur ve nihilizmi Batı düşüncesini oluşturan temel öğelerden görür. Nietzsche, “ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur” derken aslında ahlâk kavramının hiç olmadığını değil, “ahlaki ölçüler ve normlar koymak saçma ve gereksizdir” demektedir. Ahlâk; maalesef neoliberal dünyada bugüne kadar hiç olmadığı bir şekilde zan altında kalmış ve örselenmiştir. Bu çapraşık algılama biçimleri toplumları nihilizmle birlikte Epiküryen bir felsefeye, yani hedonizme doğru hızla sürüklemektedir. Amoralizm doktrini ya da amoralist  felsefede, toplumda ahlak kuralları oluşturmanın gereksiz olduğu savunulur ve bunun aksinin yönetimleri; baskıcı, zorba otoriter ve insanları köleleştirici bir şekle dönüştüreceği  düşünülür.  

 

Perşembe, 31 Ekim 2013 09:45

Paradigmanın İflası - 31 Ekim 2013

Uluslararası ilişkiler terminolojisinde “içeridekiler” ve “dışarıdakiler” terimlerine sık rastlanır. İçeridekiler ya da başka bir ifadeyle yerleşikler, uluslararası ortamda kendini kabul ettirmiş ve kendisini normal olarak gören ülkelere verilen bir tanımlamadır. Dışardakiler diye tanımlanan ülkeler ise uluslararası ortamda kendini bir statüye koyamamış, kendini kabul ettirememiş sinik olan ülkelere verilen bir tanımlamadır. Örneğin; Japonya ne Asya’da ne de uluslararası sistemin büyük güçleri arasında, ekonomik gücüne rağmen yerini alamamıştır ve Batılı güçler arasında tamamen rahat değildir. Bu açıdan Japonya’yı dışarıda bir ülke olarak tanımlamak mümkündür.

Tarihsel süreci belirleyen değişimlerin hiçbiri geceden sabaha ortaya çıkmaz; bunların her biri uzun soluklu oluşumların sonucudur. Sonuncu değişmenin, tüm sürecin bütününü değiştireceğine dair olaysal tarih bir yanılgıdan ibarettir; keza tarihi  değiştiren büyük adamlar efsanesi de  bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan tarihte sihirli anlar, sihirli tarihler yoktur, ama simgesel  anlar, simgesel tarihler vardır.Bir sürecin yoğunlaşma noktalarını belirleyen kavşaklar, dönemeçler vardır. Mesela ne Fransız Devrimi 14 Temmuz 1789’da Bastille’in alınmasıyla başlamıştır, ne de Ortaçağ  29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethedilmesiyle sona ermiştir. Tüm bunlar aslında kırılmaların simgesel zamanlarından ibarettir. Tarihin farklı dönemlerinde farklı kırılmalar yaşanır. Bunlar zaman ve mekan olgularına göre farklı boyutlarda yaşanır veya  etkileri farklı boyutlarda hissedilir. Bu değişim dönemlerinde mikro boyutta fertten başlayarak aile, toplum, şirketler ve makro boyutta devletler etkilenir. Çıkan yeni duruma göre bu unsurlar tabii bir sonuç olarak pozisyon alırlar, almak zorundadırlar  ve yeni projeksiyonlarını ve stratejilerini belirleme refleksi içine girerler. Çünkü bu yeni durumu kendileri açısından büyük ölçekte  pozitif bir etkiye dönüştürmeleri gerekir.

İlginçtir; vizyona girdiği dönemde Avrupa’da gösterim için sinema salonu bulamayan, yönetmenliğini Andrew Niccol’un yaptığı, Nicolas Cage’in başrol oynadığı 2005 yapımı “Savaş Tanrısı” adlı  filmde uluslararası silah kaçakçısı olan Yuri Orlov (Nicolas Cage) İnterpol ajanı(Ethan Hawke) tarafından gözaltına alındığında aralarında geçen sert diyalogda şöyle der: “Evet benim dünyada akan kanın bir çoğunda ve çıkan savaşlarda payım var, iyi biri olduğumu söyleyemem. Kötüyüm fakat  bu işi senin emir aldığın patronların ve onların patronları için; onların resmi yoldan yapamadıklarını onlar için yapıyorum. O yüzden evet ben kötüyüm ama “gerekli kötüyüm…”

Salı, 17 Eylül 2013 17:49

Jeostratejik Oyunlar (17 Eylül 2013)

“Jeostratejik oyuncular, mevcut jeopolitik durumu değiştirmek amacıyla kendi sınırlarının ötesinde güç ve etki kullanma isteği ve kapasitesi olan devletlerdir.”(Büyük Satranç Tahtası Z. K. Brzezinski - İnkılap-2010) Türkiye etkin dış politikasıyla, gerek bulunduğu medeniyet havzasında ve coğrafyada, gerekse küresel düzlemde, AK Parti iktidarıyla oyundaki satranç taşı olmak yerine satrancın taşlarını yöneten etkin bir oyuncu olma noktasında kararlı adımlar atmaktadır.

Esasında Osmanlı’nın kadim gelenekten aldığı ve kendisinin de geliştirdiği, Türkiye’nin tarihsel hafızası ve mirası olan stratejik pozisyon, elimizde artı değer olarak her zaman bizi, diğer aktörlere karşı üst sırada tutması gerekirdi. Ancak yeni bir rejim olan Cumhuriyetin kurulma sürecinden sonra, gelenekle köprü kurulacağı yerde; tarih felsefesi ve hafıza oluşturmayı reddeden tarihi, radikal bir kırılma yaşanmıştır. Böylelikle de kimlik bilinci yıpranan toplumun tarihi varoluş bilinci tehlikeye atılmıştır. Bunun sonucunda ise, kendi dışındaki düşünceleri ve toplumları dışlayan bir sistem ortaya çıkmış, ortak insanlık bilincinden kopuk ve nihayetinde satranç taşına dönüştürülmüş, tarih dışına itilmiş, edilgen bir toplum kaçınılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti hem jeokültürel, hem de jeopolitik sorumlulukları ile tekrar yüzleşmektedir. Elbette bu sorumluluklar, devleti edilgen ve resesif anlayıştan çıkarıp, dominant hale geçişte Türk dış politikasına ağır yükler getirmiştir. Ancak bunun yanında yeni ufuklar ve imkanlar kazandırmış; Jeostratejik zihniyet ve kimliğin yeniden şekillenmesinde de en belirgin unsurlar olarak yerini almıştır.

Son dönemde Türkiye'ye karşı artan hoşnutsuzluk tarih sahnesinde yerimizi yeniden almanın; tekrar organik yapıdan mekanik yapıya geçişin sancılarıdır. Başbakan Erdoğan'dan duyulan rahatsızlık da budur.

1970'li yıllarda Japonya Dışişleri Bakanlığı yapmış Saburo Okita: 'Üniformalı bir ordu, tek ordu biçimi değildir. Bilimsel teknoloji ve iş adamı giysileri ardında gizlenmiş savaşçı ruhumuz bizim yer altındaki ordumuz olacaktır' demişti. Gerçekten de paranın, finansın, teknolojinin, ideolojilerin önüne geçtiği, enerji orijinli güvenlik ve strateji politikalarının oluşturulduğu ve biçimlendiği bir çağda yaşıyoruz. Bununla beraber artık Avrupa merkezli bir kültür hayatı da yok. Çin'in, Hint'in yeniden kendi özgün kültürleriyle yükseldiği; İslam kültürünün büyük bir devinim içine girdiği; Afrika'nın dahi kendini yeniden keşfederek bir Afrika bilinci oluşturmaya çalıştığı, Latin Amerika da dahil bütün bu kültürlerin tekrar kendini keşif dönemi yaşadığı bir yeni süreçten geçiyoruz. Artık hiç biri konstrüktif, edilgen bir kültür ve medeniyet değiller. Geçmişte olduğu gibi etken bir Avrupa kültürünün edilgen dünyayı şekillendirmesi gri alan haline dönüşmüştür.

“İslam, modernliği de aşabilecek hayatiyet ve potansiyele sahiptir. Yeter ki tasavvur, inşa yerine, küreselleşme rüzgârına yamama gafletine düşmeyelim. Bunun için Müslüman dünyanın alternatif bir yol, bir metodoloji, bir proje geliştirmesi kaçınılmazdır.”

Modernlik bir bilinç yenilenmesi olsaydı ve insani ahlak değerlerini üzerinde barındırsaydı;  "Dindarlıkla modernliğin iki karşıt kutup üzerine oturtulması doğru değil"  tezine elbette itirazımız olmazdı. Modernlik olgusu, temelde bireycilik ve özerk akıl felsefesine dayanır. Özerk akıl ise, insanın düşünme kapasitesinin, sosyal, ekonomik, kültürel alanları kendi kavrayışına göre yeniden kurmasını ima eder. İslami literatürde akıl, insanı hayvandan ayıran, onu dünyadaki en üstün varlık; eşref-i mahlukat yapan bir düşünme yetisidir.

Asimetrik Savaşta ABD ve Nato'nun Rolü 1

11 Eylül 2001’de gerçekleşen  Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı sonrası dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un yaptığı konuşmada söylediği “Artık her ulus kararını vermelidir  ya bizimlesiniz ya da teröristlerle!…” retoriği günlerce dünya televizyonlarında dönüp durmuştu. Bu açıklamalar Afganistan’da koalisyon yükünü çekecek olan ülkelerin ve diğer ülkelerin “küresel terörizm” le daha iyi mücadele edebilmek üzere hedef kamuoyunu daha ziyade Müslüman nüfusu olan ülkelerde, niyet ve maksatlarını, stratejik vizyonlarını, uygulayacakları politikaları “meşrulaştırmak” için hedef kamuoyunda algı ve tutum değişikliği yaratmaya yönelik bir psikolojik ve stratejik iletişim modelidir. Zira dünya kamuoyu genelde, ABD’nin prestijinin sarsılması ve mağdur pozisyonunda olması dolayısıyla operasyona destek verdi. Ancak ABD, 7 Ekim 2001’de “Sonsuz Özgürlük Harekâtı” adı altında işgal ettiği Afganistan’da tam manasıyla bu algı ve tutum değişikliğini gerçekleştirememiştir. Bunun sonucu olarak da; aralarındaki menfaat çatışmasını kendi lehine çevirmek isteyen taraflardan birisinin savaşma gücünün, analitik olarak diğerine nazaran alt edilemez bir seviyede olduğu zaman patlak veren, tıpkı Vietnam’da olduğu gibi “Asimetrik Savaş”la karşı karşıya kalınmıştır.