Tahsin hoca konuşmasına dünya tarihi ile İslam tarihinin birbirinden ayrılamayacağını, bütün dünya tarihinin peygamberler tarihinden ibaret olduğunu ve vahyin, insanlık kültürünün ortak bir parçasını teşkil ettiğini vurgulayarak başladı.
Hoca, bütün insanlık tarihinin Peygamber Efendimiz’in tebliğiyle esasından değiştiğini ve 19. yüzyılın başına kadar Avrupa’da bütün bir dünya tarihinin İslam tarihi şeklinde yazıldığını ileri sürdüğünde, her ne kadar söyleyen Tahsin Görgün olsa da, buna ikna olabilmemiz için temellendirmesinin yapılması gerekiyordu.
Öncelikle tarihte İslam’ın iki anlamı olduğundan bahsetti. İlki bir peygamberler tarihi olması itibariyle. İkincisi ise Peygamber Efendimiz’in tebliğiyle başlayan, tüm insanlık kültürünün yeniden canlandığı, bir halk-ı cedîd olması itibariyle.
Daha sonra batının mevcut dünya tarihi anlayışını, konferans boyunca kullandığı geniş arşivinden faydalanarak, McNeill’in “The Rise of The West: A History of Human Community” kitabından bölümleri okuyarak açıkladı. Buna göre tarih, batının refahına ermesi için devam eden bir süreçti. Bu anlayış çerçevesinde Batı, dünya tarihini üçe ayrıyor: 1) İlk Çağ, Roma’ya kadar olan dönem 2) Ortaçağ, Rönesansa kadar 3) Yakınçağ/Yeniçağ Rönesans sonrası. Bu noktada İslam tüm insanlığa rahmet getiren, varlık kazandıran bir konumda değil Ortaçağ’a sıkışıp kalmış bir bölüm olarak görülüyor. Yine aynı şekilde, Tarihin sonu olarak isimlendirilen ve esas manasının “tarihin gayesi” olduğunu öğrendiğimiz iddia ortaya çıkıyor: Buna göre bütün dünya, nihayetinde batının tahakkümü altına girdi ve tarih bu sayede amacına, görüp görebileceği en iyi noktaya ulaştı. Hoca bu noktada iki örnek verdi: 1) Hegel – End of the History 2) Fukuyama – The End of History and Last Man. İki eser de Batı’nın tarih yazarlığında ulaştığı son noktayı gösteriyor.
Bize hiç de yabancı olmayan bu fikirlerden sonra, asıl şaşırtıcı ve kafamızdaki birçok şeyin yıkıldığı bölüme gelmeye başladık. Goethe’nin 1771’de 22-23 yaşlarındayken Peygamber Efendimiz için yazdığı bir şiiri okumaya başladı hoca bu sefer. “Aydınlanma Çağı”nın Alman şairi, Rasulullah için “insanlığı yaradınına kavuşturan, bir su, bir rahmet” ifadelerini kullanıyor, bir başka deyişle dünya tarihini, Peygamber Efendimiz’in kurtarıcısı olduğu, tüm varlığın onunla birlikte bir anlam kazandığı, bu anlamla birlikte dünyanın, kültürlerin yeniden var olduğu ve insanlığın rabbine kavuştuğu bir süreç olarak telakki ediyordu.
Kafamızda soru işaretleri oluşmaya başlamışken hoca hız kesmedi ve 1730’larda İngiltere’de yazılan 62 ciltlik “Universal History from the Earliest Account of Time” bir dünya tarihini pdf üzerinden açtı. Bu kitaba göre dünya tarihi, Hz. Adem ile başlıyor ve Hz. Nuh, Hz. İbrahim gibi peygamberler üzerinden, bir peygamberler tarihi şeklinde yazılmış, yani İslam tarihi. Tarih “ancient” ve “modern” olmak üzere ikiye ayrılıyor, bu dönemlendirmede henüz “ortaçağ” kavramı kullanılmıyor. 62 cildin 18 cildi “ancient” dönemi ihtiva ediyor. Hoca kitapta modern döneme geçmeden önce bize sordu: ”Sizce 18. yüzyıl İngiltere’sinde yazılmış bu kitapta modern dönem hangi olayla başlatılmıştır?” Salondan muhtelif cevaplar geldi, hoca en sonunda başlığı gösterdi: Modern dönem İslam’ın Peygamber Efendimiz tarafından tebliği ile başlatılıyordu. Modern dönemdeki 44 cildin 20’si doğrudan İslam tarihi ile alakalı, Peygamber Efendimiz’in hayatı, Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler,.. diye gidiyor. Batı’nın dünya tarihine girişi ise İngiltere özelinde, Hindistan’a düzenlenen seferlerle başlıyor. Hoca şu cümlelerle devam etti: ”Bu kitabı yazanlar kıyıda köşede kalmış kişiler değil, çok büyük bir alim grubu. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin desteğiyle yapıyorlar. Yani bütün kütüphanelere gönderiliyor. Bu ne demek, halkın ulaşabileceği, elinin altındaki yegane tarih kitapları bunlar. Bir başka deyişle 18.yüzyılda İngiltere’deki birisi, aydın olmak için 500 sayfa siyer okumak zorunda.” Daha sonra kitabın kaynakçasına baktık,Taberi, Beydavi, Zemahşeri, Buhari gibi bizim muteber kaynaklarımızdan faydalanmışlar.
Bu bilgilerden sonra kafamızda beliren, “Peki bu metinleri okuyabilmek için dil biliyorlar mıydı?” sorusu üzerine Bir başka örnek olarak meşhur İngiliz düşünür John Locke’u gösterdi. Bu dönemde İngiltere’deki seçkin liselerden Westminister’da okuyan bir öğrenci, müfredata göre Arapça öğrenmek zorunda. Nitekim Tahsin hocanın konferansın ilerleyen bölümlerinde açtığı “Encyclopedia of Philosophy”de John Locke için şu ifadeler yer alıyordu: “1646’da Westminister School’da klasik dilleri, İbranice ve Arapça öğrendi.”
Hoca İngilizlerle yetinmeyip, bir de o dönemin en kültürlü milleti sayılan Fransızlara bakalım, dedi. Fransızlar, İngilizlerin yazdığı bu 62 ciltlik tarih kitabını tercüme ederken biraz daha şerh etmiş ve 125 cilde çıkartmış ancak ana plan yine aynı, modern dönem yine Peygamber Efendimizle başlatılıyor, bu kitaplar da Fransız hanedanının koruması altında.
Hoca farklı tarihlerden örnekleri peş peşe sıralamaya devam etti. 1807’de İngilizce basılan 25 ciltlik “Universal History, Ancient and Modern” isimli bir tarih kitabında da yine tarih ancient ve modern olmak üzere ikiye ayrılıyor, peygamberler üzerinden anlatılıyor ve modern dönem “Tüm dünyanın çehresinin değiştiği tarihin yeni ve ilginç bir dönemine giriyoruz.” cümlesi ile, “The Arabs” başlığı ile başlatılıyor.
1830’de ABD’de George Bush isimli bir papaz yazdığı “the life of Mohammed” isimli kitabının girişinde medeni dünyanın sahip olduğu ne kadar iyi şey varsa, hepsinin İslamiyetin tebliğinden kaynaklandığını söylüyor. 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin başat yazarı meşhur Fransız yazar ve filozof Voltaire ise “İnsanlık tarihini müsbet yönde değiştirmiş en büyük hadise İslamiyetin tebliğidir.” İnsanlığın en önemli olayı, o kadar önemli ki, sanki atomun yapısı değişti, her şey baştan kuruldu.
Yine kitaplardan birinde “The Death of Muhammad” sahnesini resmetmişler. Beyaz giyinmiş bir adam, bir hanım hizmet ediyor, yanında Osmanlı gibi giyinmiş iki adam. O zaman müslüman, direk Türkler-Osmanlılar olarak düşünüldüğü için ilk Müslümanlar da böyle tasvir edilmiş.
Hoca bu örnekleri sıralarken ister istemez, “Peki 19. yüzyılda ne oldu da Batı’nın tarih anlayışı değişti?” sorusunu kendi kendimize soruyorduk. Cevabı, hocanın “Almancanın edebi bir dil haline geldiği bu dönemde, Almanlar ne yapıyor?” sorusunun akabinde aldık. Batı’nın tarih yazımının nasıl değiştiğini hoca şöyle açıkladı:” Almanlar da bu eseri tercüme ediyorlar (Yukarıdaki 62 ciltlik, Fransızların ve Hollandalıların da tercüme ettiği eser), 31. Cildine gelince durup düşünüyorlar. Bu böyle olmaz, Müslümanları merkeze yerleştiren bir tarih anlayışı olmamalı, diyorlar ve sıfırdan, Germenleri merkeze yerleştirdikleri bir tarih yazıyorlar. Yine 1813’te yazılmış bir coğrafya kitabının başında, Avrupalıların tarih yazımı hakkındaki tartışmalarını aktarıyor yazar. Tartışmalarda, 19. Yüzyılın başında fark ediyorlar, Osmanlı artık yıkılacak, biz niçin yıkılacak bir devletin tarihine bu kadar kağıt harcayalım ki? Biz her şeyi Müslümanlardan öğrendik, savaşmayı, ticareti, her şeyi. “Peki, biz bu sebeple onlara müteşekkir mi olmalıyız? Hayır, milletlerin şükran borcu yoktur, ancak çıkarları vardır,” deniyor.
Hoca Batı’nın insanların dünya algısını temelinden değiştiren asıl kişinin ise Immanuel Kant olduğunu söyledi. Kant’ın geliştirdiği felsefe ile tarihe bakışlarının da nasıl değiştiğini şu sözleriyle aktardı: ”Kant’a kadar insanlar şöyle düşünüyordu, Allah bu âlemi bir düzen içinde yaratmıştı ve insanlar alemi Allah’ın yarattığı bu düzene uygun olarak algılıyorlardı. Ben bunu tamamen değiştireceğim diyor ve Kant, dış dünyada bir şeyler var, ama biz, bizden bağımsız bir nesneler dünyası olup olmadığından emin değiliz. Dış dünyadan bir şey dilime değiyor, acı-tatlıyı dilim, beynim vasıtasıyla bir şekilde algılıyor ama o, ben algıladığım için var. Zaman ve mekan zihnimin dışında yok. Zaman ve mekanın hakimi benim, çünkü nesneleri zihnimde inşa eden benim, nesnelerin hakimi benim. Nesneleri inşa eden ben isem, geçmişi de inşa edebilirim, tarihi yeniden yazabilirim. İşte bu anlayış, Avrupa devletlerinin işine geliyor. Sömürgecilikle birlikte yeni bir tarih yazıyorlar.”
Hoca Hegel’in Batı’nın diğer milletler üzerindeki tahakkümünü nasıl meşrulaştırdığını ve mevcut tarih anlayışını ise şu sözleriyle ifade etti:”Hegel, Outlines of the Philosophy of Rights adlı eserinde: Kainatın şuurunu gerçekleştiren, hakim bir millet olur her zaman, der. Bu millet her şeyi yapmakta serbesttir, çünkü güçlüdür ve onları Tanrı seçmiştir, yaptıkları her şey meşrudur. Hegel zamanında Batı Avrupa-Prusya bu mantığa göre yaptıkları her şeyde haklıydılar ve bu yüzden tarihte merkezde onlar vardı. Günümüzde ise bu işi ABD yapıyor. Vakti geçmiş toplulukların ise tarihi yazılmıyor. Tarih, artık Batı’nın tarihi. Dünya tarihini yazmak ve kabul görmek istiyorsanız “The Rise of the West”i yazmak zorundasınız.”
Tüm bu örnekler ve tarih yazımının değişmesi meselelerinden sonra, hoca belki de konferans boyunca en can alıcı noktaya geldi. Batı’nın kesb ettiği ilmi niçin şerde kullandığını ve haddi aştığını şu cümlelerle açıkladı: ”Aklın önemini Müslümanlardan öğreniyorlar ama Kur’an gibi aklı inşa eden bir mürşitleri olmadığı için aklın her şey olduğunu zannediyorlar. Batı’nın Müslümanlardan hemen her şeyi almış olmaları, bununla yetindikleri anlamına gelmiyor, hududullah gibi bir frenleyicileri olmadığı için haddi aşıyorlar. Mesela mülkiyet hakkında iki tane uç fikir ortaya çıkıyor. Biri kapitalist-liberalist görüş, sınırsız mülkiyeti savunuyor, diğeri komünizm, mülkiyetin olmayacağını ileri sürüyor. Halbuki olması gereken, hududullah sınırları içerisinde bir mülkiyet anlayışı. Mevlana, Ya ilahi! Sen mermeri yaratırsın, biz ondan şadırvan ya da put yaparız, diyor. Batı’nın anlayışına göre insan insanın kurdu –homo homoni lupus iken İslam’da ise makasıd-üş Şeria var: Nefs, akıl, din, nesil, mal’ın muhafazası bir gaye olarak gözetiliyor. Yani bir tür olarak insanı korumak, sadece Müslümanı değil insanı insan olarak muhafaza etmek. Peki insanı nasıl keşfedersin? Abd ile. O zaman insanın mahiyeti ubudiyyet olmuş olur. Müslüman’ın gayesi ise insana özünü, yani Allah’a kul olarak varlığının manasına vakıf olunabileceğini, görerek tüm insanlığa anlatmaktır.”
Peki tüm bu meseleler karşısında bizim İslam ümmeti olarak sorumluluğumuz ne olacaktı? Hoca bir kısmı soru cevap kısmında olmak üzere bu soruya da çok doyurucu ve her birimiz için mühim olan cevaplar verdi: ”Batı’nın sahip olmadığı bu hududullahı tüm insanlığa hatırlatacak olan İslam ümmetidir. Kevn-i fesad alemi diyor eskiler. İslami de olsa, kuranlar Müslümanlar da olsa insanın kurduğu sistemler yıkılmaya mahkûmdur. Bugünler de değişir. 12. yüzyılda Moğol istilasının ortasında Yunus Emre’nin şiirinde İslam ümmeti bitik bir şekilde tasvir ediliyor. Ama Hodgson’ın ifadesiyle 3-4 asır sonra 16. Yüzyılda Mars’tan gelseler tüm dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğunu zannederler. Günümüzde ise Müslümanlar zaafta. Bu bir devr-i daim. - وَتِلْكَ الأيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ-. Ve Müslümanların sorumluk alma vakti geldi. Biz ahir zaman ümmetiyiz. Ahir zaman ümmeti olmak, bize sorumluluklarımızı, vecibelerimizi, diğer toplumlar için bir standart olma görevini tevdi ediyordu. “Ümmeten Vasata” budur. Vasat ümmet olmak demek, insanlar için bir standart olmak ve oluşturmak demektir. Vasat ortalama değil, ortam demektir. İnsanlığın yaşayabileceği bir ortam.”