MEKKE-İ MÜKERREME’NİN FETHİ
Şüphe yok ki, 01 Ocak 630 târihinde “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi”, “İslâm Târihi”nin en önemli kilometre taşlarından biridir.
Bilindiği üzere, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma Peygamberliği bildirilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye da’vete başladığı günden i’tibâren müşrikler O’na karşı çıkmışlardır. Mekke’li müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık göstermişlerdir. İlk müslümânlara envâ-ı çeşit ezâ ve cefâ yapmışlardır.
Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi revâ görmüşler; boyunlarına ip bağlayıp yerlerde sürüklemişler; ateşe atıp yakmaya çalışmışlardır. Kızgın kayaları göğüslerine koyup bayılıncaya kadar işkence yapmışlar; ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlar, kızgın demirlerle bedenlerini dağlamışlardır. Üç sene, bir mahalleye, aç-susuz olarak hapsedip bu boykotla onları her şeyden mahrûm bırakmışlardır. Ayaklarından develere bağlayıp ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçalamışlardır. Peygamberimize kaç defa sûikast yapmak istemişler; hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlar; bu yetmiyormuş gibi, onların hicretinden sonra da, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defa harbe gitmişlerdir.
İşi başından i’tibâren ele alacak olursak, Allahü teâlâ, müslümânların hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme’de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir.
Peygamberimizin, Mekke’li müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti olmuştur. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmânlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüşmüştür.
Müslümânların Mekkemükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medîne’de bulunan müslümânların üzerine yürümüşlerdir. Bedir, Uhud, Hendek….. gibi kanlı savaşlar yapılmıştır. Bu savaşlarda müslümânlar karşısında tutunamayıp perişân olmuşlardır. Nihâyet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabûl ettiler ve “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâladılar.
On yıl süre için imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin; Benî Bekr kabîlesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabîle arasında eskiden beri süregelen bir düşmânlık vardı. Bahâneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu. Mekke’li müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devâmı için müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar.
Özet olarak söyliyecek olursak: Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 01 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 12.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldı. Düşmânlarına da; “Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.
Ka’be-i muazzama’yı putlardan temizledi ve Hazret-i Bilâl, Ka’be-i şerîfe’nin damına çıkarak Mekke’de ilk ezânı okudu. Müslümânlar; göç ederek ayrıldıkları Mekke-i mükerreme’ye, Ka’be-i şerîfe’ye ve vatanlarına, böylece yeniden kavuşmuş oldular.
Hicrî-kamerî Takvîmde; Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicret ettiği sene, başlangıç kabûl edilmiştir. Muharrem ayının birinci günü olan ilk Hicrî-kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16’sına rastlayan Cuma günü idi.
Târihte; sebep, mâhiyet ve netîceleri îtibâriyle en mühim göç, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inananlarla beraber, Mekke’den Medîne’ye yaptıkları göçtür. Bu büyük hâdiseye “Hicret” denir ve hicrî takvimin başlangıcıdır.
İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere'ye göçü ve Hicrî târihin başlangıcı olan “Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.
Hicret, lüğatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Hazret-i Lût, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i İbrâhim ve Hazret-i Îsâ (aleyhimüsselâm)ın hicretleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm da Medîne'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Allahü teâlâ, Mekke’deki müslümânların Medîne’ye hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme’de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir.
MEDÎNE'DEN GELİP MÜSLÜMÂN OLANLAR
Şimdi fethe giden süreci kısaca bir gözden geçirelim:
620 senesinin hac mevsiminde, Medîne'den gelenlerden 6 kişi müslümân oldu. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve “Akabe” denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılı hac mevsiminde de, 73'ü erkek 2'si kadın 75 kişi, “2. Akabe Bîatı”nı yaptılar. Peygamber Efendimizin uğrunda canlarını seve seve fedâ edeceklerine söz verdiler ve Medîne'ye döndüler. Peygamber Efendimizi de Medîne'ye da’vet ettiler. Bundan sonra İslâmiyet, Medîne'de sür’atle yayıldı.
İkinci Akabe Bîatını duyan Mekke’li müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Müslümânlar için Mekke'de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber Efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; "Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib(Medîne)’dir. Oraya hicret ediniz" ve "Orada müslümân kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ, onları size kardeş yaptı. Yesrib'i (Medîne'yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Resûlullah Efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümânlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar.
Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâkî kalacak tek ve en son dîn olan İslâmiyette, hicret hâdisesi ile "Devlet" olmaya doğru ilk adımlar atılmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı [ilk Müslümânlar], doğdukları topraklar olan Mekke-i mükerreme’de kendilerine ve dînlerine tanınmayan hayât hakkını, hicret ettikleri Medîne-i münevvere'de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenmiş ve kuvvetlenmişler, bilâhare Mekke'yi ve Arabistân Yarımadası’ndaki birçok beldeleri fethetmişler, böylece ilk “İslâm Devleti”ni kurmuşlardır.
Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları, asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti, bâtıl dînlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, râhata, huzûra, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturmuştur.
Mekke’nin fethi, sâdece İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde eşi ve benzeri bulunmayan bir hâdisedir. Bu fetih, îmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir.
Cenâb-ı Hak, bu konuda, Fetih sûresinin (48) 1-7. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Biz, sana apaçık bir fetih, zafer ihsân ettik.” [Fetih, 1]
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını/kusûrlarını bağışlar (ya’nî bütün tasalarını giderir. [Bilindiği gibi, Peygamberler ma’sûmdurlar]). Sana olan ni’metini tamâmlar ve seni doğru bir yola iletir/eriştirir.” [2]
“Ve sana kimsenin güç yetiremiyeceği bir şekilde, eşsiz bir şanlı zaferle yardım eder.” [3]
“Îmânlarını bir kat daha arttırsınlar, îmânlarına îmân katsınlar diye mü’minlerin kalplerine huzûr/güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları/ askerleri Allah'ındır. Allah bilendir, Hakîm olandır/hüküm ve hikmet sâhibidir/her şeyi hikmetle yapandır.” [4]
“(Bütün bu lutuflar) mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedî/temelli kalacakları, içlerinden [zemininden, altından] ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını/kötülüklerini örtmesi/silip bağışlaması içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.” [5]
“(Bir de bunlar) Allah hakkında, (inananlara yardım etmez diye) kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, müşrik (Allah'a ortak koşan) erkeklere ve müşrik (ortak koşan) kadınlara azâp etmesi içindir. Müslümânlar için bekledikleri kötülük girdâbı/çemberi/kötü olaylar başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, onları la’netlemiş ve kendilerine cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” [6]
“Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah azîzdir, güçlüdür/güçlü olandır.
hakîmdir/hikmet sahibidir/hakîm olandır.” [7]
Aynı sûrenin 27-28. âyet-i kerîmelerinde de şöyle buyurulmuştur:
“Andolsun ki Allah, gerçekten peygamberinin/elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz, güven/güvenlik içinde, başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka/bundan önce size yakın zamanda bir zafer/bir fetih verecektir.” [Fetih/48, 27]
“Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak dîn ile gönderen O'dur. Şâhit olarak Allah yeter.” [Fetih/48, 28]
Bu fetihle Arabistân Yarımadası’nda şirkin (Allah’a ortak koşmanın) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Ka’be ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhîd inancının kesin hâkimiyeti i’lân edilmiştir.
Mekke’nin fethi ile Arabistân Yarımadasında ilk İslâm Devleti kuruluşunu tamâmlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır.
Mekke-i mükerreme’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin ma’nâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış olan İslâm ulemâ, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesîlelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hâl ve işlerinde de ölçü kabûl etmişlerdir.
20-23 (Yirmi-yirmi üç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Gülünç zayıflıktan sonra bu ezici kuvvet, acayip durgunluktan sonra bu şaşılacak canlılık, derin uykudan sonra bu çabuk uyanış tarihin çözemediği bilmecelerdendir. Amerika’lı yazar Stüdart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devâm edegelen eski dînleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayrânlığımız artıyor...” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]
Şunu da belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu olduğunda söz birliği etmişlerdir.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
ŞİMDİ KISACA, MEKKE-İ MÜKERREME'NİN FETHİNİ ELE ALALIM:
Hicretin sekizinci senesi idi... Hudeybiye antlaşmasının bir maddesi şöyle idi: "Her iki tarafın [ya’nî müslümânlarla müşriklerin] dışında kalan Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himayesine girebilecekler, müslümânlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklar."
Buna göre; Peygamber Efendimizin müttefiki olan Huzâa kabîlesi, müslümânlar tarafında; Benî Bekir kabîlesi de müşrikler tarafında yer almışlardı. Huzâa kabîlesi ile Benî Bekir (Bekir oğulları) eskiden beri düşmân olup fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı. Hudeybiye barışına göre, onlar da bir müddet için saldırılarını durdurmuşlardı. Fakat buna Benî Bekir kabîlesi iki sene uyabilmişti.
Bir gün Mekke’li müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabîlesinden biri, şiir okuyarak Peygamber Efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabîlesinden bir genç, buna râzî olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi; fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup yardı ve onu susturdu.
Benî Bekr kabîlesi, bu hâdiseyi bahâne ederek, antlaşma gereği tehlikeden emîn olan Huzâa kabîlesi üzerine ânîden saldırdılar. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabîlesine silah vererek ve gizli adam göndererek yardımda bulundukları gibi, ayrıca kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte de Huzâa kabîlesi üzerine saldırdılar.
Huzâa kabîlesi, “Hudeybiye Antlaşması” gereğince emîn oldukları için hâzırlıksız bulunuyordu. Bu ânî saldırıya da hâzırlıksız yakalandı. Yerleşmiş oldukları “Vetir Suyu” denilen yerden Mekke’ye kadar kaçmak zorunda kaldılar. Kâbe’ye ve hareme sığınmış oldukları hâlde, üzerlerine hücûm edildi ve netîcede Huzâa kabîlesinden yirmiüç kişi öldürüldü.
Bu saldırıda, himâyelerinde bulunan Benî Bekr kabîlesine, at ve silâh vermek gibi yardımda bulunmaktan başka, bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, böylece “Hudeybiye Antlaşması”nı bozmuş oldular.
Çarpışma esnasında, Huzâa kabîlesinden bazı müslümânlar, gece yapılan bu baskınlarda, Bekiroğulları arasında, Kureyşli müşriklerin de bulunduğunu görmüşlerdi.
O gece, Medîne'de, Hazret-i Meymûne vâlidemizin evinde bulunan sevgili Peygamberimiz, namaz kılmak için kalkıp abdest alırken; Allahü teâlânın izni ile bir mu’cize olarak, Mekke'deki müslümânların kendisinden yardım taleb ettiklerini işitmişti. Onlara cevâb olarak; "Lebbeyk! = Da’vetinize icâbet ediyorum" buyurdu.
Meymûne vâlidemiz, Peygamber Efendimizin yanında kimse olmadığı hâlde böyle konuştuğunu görünce; "Ya Resûlallah! Yanınızda bir kimse var mı?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz ona, Mekke'de meydana gelen hâdiseyi ve Kureyşlilerin bu işe ortak olduklarını haber verdi.
Ayrıca Huzâa kabîlesi de, durumu Peygamber Efendimize arz etmek üzere, kabîleden 40 kişilik bir hey’eti Medîne’ye gönderdiler. Peygamberimiz, Huzâa kabîlesinden gelen hey’eti, kendilerine mutlakâ yardım edeceklerini va’d ederek, yurtlarına geri gönderdi.
Kureyş müşrikleri Benî Bekir’e yardım ederek, Huzâa kabîlesine baskın yapıp onları öldürmekle, Hudeybiye antlaşmasının maddelerine aykırı hareket etmiş, böylece antlaşmayı bozmuş oluyorlardı.
Fakat, bu hâdiseden, o sırada Şâm'a ticâret için giden Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın haberi olmamıştı. Şâm'dan dönünce hâdiseyi ona anlattılar ve "Bu, mutlaka düzeltilmesi lâzım olan bir iştir. Gizlenmesi mümkün değildir. Eğer düzeltilmezse, Muhammed bizi Mekke'den sürer çıkarır" dediler.
Ebû Süfyân ise; "Her ne kadar bu hâdiseden benim haberim olmadıysa da, yapılan kıtâl haberi Medîne'ye ulaşmadan, barışı yenileyip uzatmak üzere acele gitmem lâzım" dedi.
Hâlbuki, sevgili Peygamberimiz, haberi ânında öğrenmişti. Ayrıca hâdiseden üç gün sonra, Huzâa kabîlesinden Amr bin Sâlim, yanında kırk süvari ile gelip, durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlattı.
Habîbullah Efendimiz de; "Huzâa oğullarına yardım etmezsem, bana da yardım olunmasın!" buyurarak bir mektup yazdırdı.
Sevgili Peygamberimiz, bunun üzerine Mekke’li müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabîlesinden öldürülenlerin diyetlerini (kan bedellerini) ödersiniz veya Benî Bekr kabîlesini himâyeden vazgeçip geri durursuuz. Şâyet bu söylediklerimden birini kabûl etmezseniz, bunları yerine getirmeyecek olursanız, ‘Hudeybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun netîcesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz” teklîfinde bulundu.
“GELDİĞİ GİBİ GERİ DÖNER”
Kureyşliler, Efendimizin mektûptaki teklîflerini ve gösterdikleri merhameti anlayamadılar. Mekke’li müşrikler bu teklîfleri kabûl etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. "Hem ittifâkımızı kesmeyiz, hem de diyeti ödemeyiz! Ancak harb edebiliriz" diye haber gönderdiler. Fakat sonra, böyle yaptıklarına bin defa pişmân olup, korkularından antlaşmayı yenilemek üzere Ebû Süfyân'ı Medîne'ye doğru hemen yola çıkardılar.
Daha Ebû Süfyân Medîne'ye gelmeden, sevgili Peygamberimiz, onun geleceğini Eshâb-ı kirâmına bildirdi ve; "Şöyle anlarım ki, Ebû Süfyân, barışı yenileyip, müddetini de uzatmak üzere geliyor. Lâkin, murâdı hâsıl olmayıp geldiği gibi geri döner!.." buyurdu.
O zaman henüz müslümân olmamış olan Ebû Süfyân, Medîne-i münevvereye geldi. Kızı ve Peygamber Efendimizin mübârek hanımı, mü’minlerin annesi olan Ümmü Habîbe'nin evine gitti.
Sevgili Peygamberimizin döşeği üzerine oturmak istedi. Hazret-i Ümmü Habîbe vâlidemiz, o henüz yatağa oturamadan yetişerek döşeği çekip kaldırdı. Babası buna çok üzülüp; "Ey kızım! Bu döşeği benden mi esirgiyorsun?" diyerek hayretini belirtince, Resûlullah'ın muhabbetini her şeyin üzerinde tutan mü'minlerin annesi Hazret-i Ümmü Habîbe, babasına; "Bu döşek, Allahü teâlânın Resûlünün döşeğidir. Ona müşrikler oturamaz! Sen, müşriksin! Bu döşek üzerine oturman, aslâ lâyık değildir!" diye cevâp verdi.
Babası; "Ey kızım! Evimden ayrılalı sana birşeyler olmuş" deyince, o da; "Elhamdü lillah ki, Allahü teâlâ, bana İslâmiyet'i nasîb etti. Sen ise hâlâ, işitmeyen, görmeyen taştan yapılmış putlara tapıyorsun! Ey baba! Senin gibi Kureyş'in büyüğü ve yaşlısı olan bir kimse, nasıl olur da İslâm'a uzak kalır?..." dedi.
Babası, çok hiddetlenip; "Bana bu kadar hürmetsizlik edip beni câhillikle suçluyorsun! Demek ben, atalarımın senelerdir taptıklarını bırakıp, Muhammed'in dînine mi gireceğim?" diyerek oradan ayrıldı.
Netîce olarak Ebû Süfyân, Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Hazret-i Ümmü Habîbe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevâp alamadı.
Ebû Süfyân, son olarak Hazret-i Alî ile görüştü. Alî (radıyallahü anh) ona; “Sen, Kureyş’in ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum” dersin, diyerek onu başından savdı.
Ebû Süfyân, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar! Ben her iki tarafı da himâyeme alıyor, sulhu yeniliyorum” dedi. Peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyân! Sen bunu (kendi kendine) söylüyorsun, ben değil” buyurdu.
Sevgili Peygamberimizin huzûruna gelen Kureyş lideri; "Ben, Hudeybiye antlaşmasını yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Haydi, aramızdaki bu muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim!" dedi.
Habîb-i Ekrem Efendimiz; "Biz, Hudeybiye antlaşmasına aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz" buyurdu.
Kureyş lideri, tekrâr tekrâr; "Antlaşmayı değiştirelim. Yenileyelim" dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiçbir cevâbda bulunmadı.
Kureyş lideri Ebû Süfyân, gösterdiği bütün gayretlerin hiç bir fayda vermediğini görünce, bundan sonra Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca, Kureyş müşriklerine durumu anlatıp; “Hayâtımda, Eshâbının Muhammed’e gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itâatle bağlanan bir kavim görmedim” dedi.
Müşrikler; "Demek ki, hiç bir şey yapamadan geri döndün öyle mi?" diyerek onu kınadılar. Artık Mekke’li müşrikler için, beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı.
Ebû Süfyân, Medîne'den ayrılınca, sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karâr verdi. Çünkü Kureyşliler, ahdlerinde durmamışlar ve barışı bozmuşlardı. Fakat bu sırrı, gâyet gizli tutuyor, müşriklere hâzırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfde kan dökülmeden, Mekke'yi teslîm almak istiyordu. Bu bir harp tedbîri idi. Zira, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri müslümân olmakla şereflenecekti.
Ebû Süfyân, Mekke’den döndükten sonra, Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekr’le Hazret-i Ömer’i çağırdı; onlarla istişâre yaptı ve harbe karâr verdi. Eshâbına, sefer için hâzırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi.
Hâzırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hâzırlıklar gizli tutuldu. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi, Huzâa kabîlesine verildi. Bu kontrol, son derece titizlikle yapıldı.
“ONLARI, GÖRMEZ VE İŞİTMEZ EYLE”
Eshâb-ı kirâm, Efendimizin emri üzerine cihâd için hâzırlığa başladılar. Fakat nereye sefer yapılacağını bilmiyorlardı. Peygamber Efendimiz, ayrıca çevredeki müslümân kabîlelerden Eslem, Eşca’, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Müzeyne, Süleym, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderdi. "Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazân-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyurarak onları harbe katılmaya da’vet etti.
Habîbullah Efendimiz, bir tedbîr olarak, Mekke'ye giden yolları tutup, irtibâtı kesmek üzere, Hazret-i Ömer'e vazîfe verdi. Hazret-i Ömer, derhâl dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz" emrini verdi.
Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; "Yâ Rabbî! Biz, yurtlarına ansızın varıp, kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsûs ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ etti.
Peygamber Efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdîsine doğru gönderdi.
Ancak bu durum, ya’nî Medîne'deki hâzırlıklar, Medîne’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen bir mektûpla, Mekkeli müşriklere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâîl aleyhisselâmla, Peygamberimize haber gönderilerek bildirildi.
Peygamberimiz, Hazret-i Alî ile Hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Hazret-i Mikdâd bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz, Hâh denilen yere vardığınızda bir hâtûn bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektûbu alıp bana getiriniz” buyurdu. Sür’atle gidip kadını buldular. Mektûbu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Alî kılıcını çekip; “Resûlullah aslâ yalan söylemez” deyince, kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektûbu çıkarıp verdi. Böylece sevgili Peygamberimizin bir mu’cizesi olarak, müşriklere haber verme teşebbüsü de engellendi.
Ramazân ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karârgâhda toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı on iki bine ulaşmıştı. Bunlardan yedi yüzü Muhâcirîn, dört bini Ensâr, geri kalanı da çevredeki müslümân kabîlelerdendi.
Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye vekil olarak, a’mâ müezzini Abdullah bin Ümm-i Mektûm Hazretlerini bıraktı. Zübeyr bin Avvâm Hazretlerini de iki yüz kişilik bir süvârî birliğinin başında keşif kolu olarak ileri gönderdi.
Nihâyet âlemlerin Efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan on iki bin kişilik muazzam ordusunun başında olduğu hâlde, Allahü teâlânın ismini anarak yola çıktılar.
Sevgili Peygamberimiz, bütün hâzırlıkları tamâmladıktan sonra, onikibin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket, Ramazânın ilk günlerinde idi.İslâm ordusu Zü'l-huleyfe'ye geldiği sırada, Mekke'den âilesi ile birlikte hicret eden Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Abbâs da Medîne’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce müslümân olduğu hâlde, durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve "Ey Abbâs! Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, Muhâcirlerin sonuncusu oldun" buyurarak onun gönlünü aldı.
Hazret-i Abbâs'ın ağırlıklarını Medîne'ye gönderdi. Hazret-i Abbâs, Peygamber Efendimizin yanında kalıp, o da Mekke'nin fethine katıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke'nin yakınında bulunan Kudeyd'e geldiğinde, şânlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar vermek istedi. Onları, her kabîlenin bayrakdâr ve sancakdârına teslîm etti.
Ayrıca Hazret-i Ömer'e vazîfe verip, her mücâhidin âteş yakmasını da emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda on-oniki bin ateş yanınca, Mekke müdhiş bir aydınlığa boğuldu. Bir ânda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler, neye uğradıklarını anlayamayıp iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyân’ın yanına toplandılar.
“MÜSLÜMÂN OLMA ZAMANI GELMEDİ Mİ?”
Medîne'den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke'ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merru’z-zahrân'a gelinmişti, Peygamber Efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Burada karargâh kuruldu. Peygamberimiz, ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken, yollar tamâmen tutulmuş olduğu için, Kureyş müşrikleri, üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân'ı görevlendirdiler.
O da yanına iki veya üç-dört kişi alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştılar. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından bazılarına; "Ebû Süfyân'a göz-kulak olunuz. Mutlakâ onu bulursunuz" buyurdu.
Ebû Süfyân ve yanındakiler, İslâm ordusuna doğru ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı. Mekke'nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı!.. Onlar, bunları konuşa konuşa, Erak isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber Efendimiz, yine, "Ebû Süfyân, şu anda Erak'tadır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm, onları araştırmaya koyuldular. İçlerinden Hazret-i Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber Efendimizin huzûruna götürdü.
Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhidlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzûr-i şerîflerine geldiler. Kâinâtın Sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bilgiler aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâm'a da’vet eyledi. Hakîm bin Hızâm ile Büdeyl, derhal “Kelime-i şehâdet” getirerek müslümân oldular. Fakat Ebû Süfyân'ın tereddütü devâm ediyordu.
Peygamberimiz, Ebû Süfyân’ı affedip, amcası Abbâs’a; “Onu bu gece çadırına götür, sabâhleyin bana getir” buyurdu. Sabâh olunca, Resûlullah’ın huzûruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyân! Henüz, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyân, Peygamberimize; “Anam-babam sana fedâ olsun. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, hâlâ bizi hidâyet yoluna da’vet ediyorsun. Ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akraba hakkını gözetmekte üstüne yoktur. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur... Eğer olsaydı bana bir faydası olurdu” dedi.
Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdîk etme zamânın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyân, “Kelime-i şehâdet”i söyleyerek müslümân oldu. Sen de Allah'ın Resûlüsün" diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi.
Hazret-i Abbâs; "Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân'a Mekke’liler nezdinde i’tibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz?" dedi.
Peygamber Efendimiz, bunu kabûl edip; "Kim, Ebû Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur" buyurdu.
Ebû Süfyân; "Ya Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz?" diye istirhâmda bulununca, sevgili Peygamberimiz; "Kim, Mescid-i Harâm'a girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir! Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona da emân verilmiştir" buyurdu.
Peygamberimiz, Ebû Süfyân’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyân’ın evine, Kâbe-i şerîfeye, Mescid-i Harâm’a ve kendi evine sığınırsa emîndir” buyurarak Mekke’li müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyân, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz, amcası Hazret-i Abbâs’a; “Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet; İslâm ordusunun büyüklüğünü, heybetini ve çokluğunu, müslümânların, Allahü teâlânın ordusunun ihtişâmını görsün” buyurdu.
Görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın... Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin... Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi.
Yolda Ebû Süfyân, Hazret-i Abbâs'a; "Haberler nasıldır?" diye sordu. O da; "Ey Ebû Süfyân! Sana yazıklar olsun! Resûl aleyhisselâm, karşı koyamayacağınız bir ordu ile üzerinize geliyor. Yemîn ederim ki, Kureyşlilerin hâli yaman olacak. Vay onların başına geleceklere" dedi.
Abbâs (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabîle kabîle Ebû Süfyân’ın önünden geçiyor, “Allahü ekber” sadâları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Abbâs (radıyallahü anh), ona tanıtıyordu. En son, Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti.
Her kabîle, sancaklarını açmış olduğu hâlde geçitten geçmeye başladılar. Her birinin üzeri zırhlı ve silâhlı idi. Her grup geçerken tekbîr getiriyorlardı. Ebû Süfyân; "Bunlar kim?" diye soruyor, Hazret-i Abbâs da; "Bunlar, Süleymoğulları. Kumandânları Hâlid bin Velîd'dir" “Bunlar Gıfâroğulları", "Bunlar Ka'b oğulları..." diyerek cevap veriyordu.
Yeri göğü; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâları dolduruyor, mücâhidlerin çokluğu ve silâhların parıltıları göz kamaştırıyordu.
Ebû Süfyân'ın en çok merak ettiği, Fahr-i âlem Efendimizdi. O'nun çevresindeki askerlerin geçişini çok merâk ediyor, diğerlerinden farklı olacağını tahmîn ediyordu.
Bu sebeple sık sık; "Bunlar Resûlullah'ın birliği midir?" diye sormaktan kendini alamıyordu... Nihâyet Peygamberlerin Sultânı, âlemlerin Efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ'nın üzerinde göründü.
Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı.
Ebû Süfyân onları görünce; "Kim bunlar, ya Abbâs?" diyerek merâkla sordu. O da: "Ortadaki Resûl aleyhisselâm, etrâfındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Muhâcirler ve Ensârdır" dedi.
Sevgili Peygamberimiz onların yanından geçerken Ebû Süfyân'a; "Bugün, Allahü teâlânın, Ka’be'nin şânını yücelteceği bir gündür. Bugün, Beytullah'a örtü örtüleceği gündür. Bugün, merhamet günüdür... Bugün, Allahü teâlânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür" buyurdu.
Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti; "Ben, Kayser'in de, Kisrâ'nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişâmlısını görmedim. Ben, hiçbir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâat ile karşılaşmadım. Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez" diyerek Mekke-i mükerremenin yolunu tuttu.
“BUGÜN, MERHAMET GÜNÜDÜR”
Hazret-i Ebû Süfyân, sür’atle Mekke'ye gelip, kendisini heyecân, endîşe ve merâkla bekleyen müşrik Kureyşlilere müslümân olduğunu açıkladıktan sonra;
"Ey Kureyş cemâatı! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Muhammed aleyhisselâm, karşısına çıkılmayacak kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız? Müslümân olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Gelen orduda sayısız bahâdırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Kim, Beytullah'a, Mescid-i harâma sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, Ebû Süfyân'ın evine [ya’nî benim evime) girerse, ona da emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur! Kim de, kendi evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir" dedi.
Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bazıları, Ebû Süfyân Hazretlerine karşı çıkarak, hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hâzırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Harâm'a sığındılar.
“HİÇ KİMSEYİ ÖLDÜRMEYECEKSİNİZ”
Server-i âlem Efendimiz ve şanlı sahâbîler, Zî-tuvâ vâdîsine gelip toplandılar. Âlemlerin Efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hâtırına, sekiz sene önce Mekke'den ayrılışı, hicreti geldi.
O zaman saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîfden âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, Hazret-i Ebû Bekir ile kimselere görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini; Mekke hudûtlarından ayrılmadan son bir defa dönüp;
"Ey Mekke! Vallahi, biliyorum ki sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde en hayırlısısın. Rabbim katında da, benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmamış olsaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım" buyurduğunu; bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâîl aleyhisselâmın Kasas sûresinin 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hâtırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini; bir avuç Eshâbı ile Bedir'de, Uhud'da, Hendek'de, Hayber'de, Mu’te'de düşmânlara nasıl gâlip geldiğini hâtırladı.
Şimdi, on iki bin Eshâbı, etrâfında pervâne olmuş, Mekke'ye girmek için bir emrini bekliyorlardı... Server-i âlem Efendimiz, bütün bunları ihsân eden Allahü teâlâya, en derin minnet ve şükrân duygularıyla dolu olarak hamd etti. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi.
Fahr-i kâinât Efendimiz, kahramân Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandânlığına Hazret-i Hâlid bin Velîd Hazretlerini, sol kol kumandanlığına Hazret-i Zübeyr bin Avvâm Hazretlerini, piyâdelerin başına Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh Hazretlerini, diğer gruba da Hazret-i Sa'd bin Ubâde Hazretlerini tayîn eyledi.
Hazret-i Hâlid, Mekke'nin güneyinden girecek, müşriklerden kim karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ tepesinde, Fahr-i kâinât Efendimizle birleşecekti. Hazret-i Zübeyr, Mekke'nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkıine bayrağını dikip Server-i âlem Efendimizi bekleyecekti. Hazret-i Sa'd bin Ubâde de batıdan ilerleyecekti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kumandânlarına; "Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz" buyurdu. Ancak isimleri belirtilen on beş kişiden kim yakalanırsa, Kabe'nin örtüsü altına bile gizlenseler, cezâları verilecekti.
Ramazân-ı şerîfin on üçü, Cuma günü idi. Mücâhidlerden en önce harekete geçen, Hazret-i Hâlid bin Velîd oldu. Mekke'nin güneyinden Handeme dağının eteklerine geldiklerinde, azılı Kureyş müşriklerinin kendilerine ok yağdırdıklarını gördü. İki mücâhid, şehîd olmuştu.
Hazret-i Hâlid, savaş düzenindeki askerlerine; "Ancak, bozguna uğrayıp kaçanlar öldürülmeyecektir?" emrini verdikten sonra, ileri atıldılar. Bir ânda müşrikleri geriye püskürttüler. Çarpışma esnâsında yetmiş müşrik öldürüldü. Diğerleri, dağ başlarına, evlerine kaçtılar.
Mukaddes Mekke'ye diğer yönlerden giren şânlı sahâbîler, her hangi bir direnişle karşılaşmadılar.Öldürülmesi emredilenler, içinde beş tanesi yakalanıp cezâları verildi. Diğerleri Mekke'den kaçtılar.
Mücâhidler, büyük bir heyecânla, dalga dalga; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbîrleri arasında Mekke'ye giriyorlardı.
Peygamberimiz de, Kusvâ adlı devesi üzerinde, terkisinde de Hazret-i Üsâme bin Zeyd olduğu hâlde büyük bir tevâzu içinde, doğduğu belde mukaddes Mekke'ye giriyordu. Server-i âlem Efendimiz, kendisine bu günleri gösteren Allahü teâlâya hamdediyor, büyük bir sürûr içinde, muzaffer Eshâbının arasında Mekke'nin fethini müjdeleyen, Fetih suresini tilâvet buyuruyordu.
Sağında Hazret-i Ebû Bekr, solunda Hazret-i Üseyd ibni Hudayr, etrâfında Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım Eshâb vardı. Kâbe’yi görünce tekbîr getirdiler. Hacer-i esved'i ziyâret ettikten sonra, tekbîr getirdiler. Bunu sahâbîler takîb etti ve "Allahü ekber! Allahü ekber!" sesleri ile Mekke-i mükerreme semâları inlemeye başladı. Yükselen tekbîr sadâlarının akisleri dağlardan geliyordu.
“HAK GELİNCE BÂTIL GİDER”
Peygamberimiz Kusvâ adlı devesinin üzerinde Harem-i şerîfe girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defâ tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işâret ettikçe ve dokundukça devriliyor ve; “De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur” meâlindeki İsrâ sûresinin 8. âyetini okuyordu. Üç yüz altmış put yerle bir edildi. Yüksek yerlerde bulunan putların da devrilmesi için Hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah! Omuzuma basarak deviriniz” deyince, “Yâ Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin, sen benim omuzuma bas, bu işi yerine getir” buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve büyük ni’metlere kavuştu.
Server-i âlem Efendimiz, Ka’be'nin çevresine taştan ve tahtadan yapılmış bütün putların yıkılmasını murâd ettiler ve bu da tahakkuk etti.
Tavafın yedinci şavtını, devresini bitirdikten sonra, devesinden inen sevgili Peygamberimiz, Makâm-ı İbrâhîm'de iki rek’at namaz kıldı.
Sonra Hazret-i Abbâs'ın kuyudan çıkardığı zemzemden içti. Zemzem ile abdest almayı arzû buyurdular. Fahr-i kâinât Efendimiz abdest alırken, Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin mübârek vücûduna değen abdest suyunu yere düşürmeden havada kapışmaya başladılar.
Bu durumu gören müşrikler; "Biz, hayâtımızda böyle bir hükümdâr ne gördük, ne de işittik" diyerek hayrete düştüler.
Öğle vakti girdiğinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazret-i Bilâl'e, Ka’be-i şerîfede ezân-ı şerîfi okumasını emir buyurdu. O da, derhâl bu mukaddes vazîfeyi îfâ eyledi. Ezân okunurken, mü'minlerin kalbinde engin bir sürûr meydâna geliyor, müşrikler ise ziyâdesiyle elem ve üzüntü içinde kahroluyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Hazret-i Ömer ile Hazret-i Osmân bin Talha’ya Kâbe’nin içine girip oradaki putları devirmelerini ve putlardan temizlemelerini emretti. Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar. Böylece Kâbe’nin içi putlardan temizlendi. Sonra Peygamberimiz, Hazret-i Ömer, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Hazret-i Üsâmetü’bnü Zeyd ve Hazret-i Osmân bin Talha (radıyallahü anhüm) ile birlikte Kâbe’nin içine girdi. Kapıyı arkasına alarak, iki rek’at namaz kıldı ve Beyt-i şerîfin içini dolaşıp her köşesinde tekbîr getirdi, duâ eyledi ve bir müddet Kâbe’nin içinde kaldı. Hâlid bin Velîd Hazretleri kapının önünde duruyor, halkın oraya yığılmasına mâni olmaya çalışıyordu.
Bu sırada Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Harâm’a toplanıp, Kâbe’nin etrâfını sararak, korku ile karışık ümitle, sevgili Peygamberimize bakıyorlar, haklarında verilecek karârı heyecânla bekliyorlardı. Zira onlar, Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi yapmışlardı. Boyunlarına ip bağlayıp, sürümüşlerdi!.. Ateşe atıp, yakmaya çalışmışlardı!.. Kızgın kayaları göğüslerine koyup, bayılıncaya kadar işkence yapmışlardı!.. Ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlardı!.. Üç sene aç susuz bir mahalleye hapsedip, her şeyden mahrum bırakmışlardı! Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek suretiyle parçalamışlardı. Hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlardı... Bu yetmiyormuş gibi, tamamen ortadan kaldırmak için kaç defa harb etmişlerdi...Fakat bütün bunlara rağmen, yine de ümîtli idiler. Çünkü karşılarında, âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet deryâsı vardı.
“SENDEN SADECE İYİLİK BEKLERİZ”
Peygamberimiz, Kâbe’nin kapısının eşiğinde durup, vereceği hükmü sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu:
“Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmânlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mal dâvâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı.
Ey Kureyş cemâati! Allah sizden eskiden kalma gurûru, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.”
Peygamberimiz devam ederek; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil.) Allah katında en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır” (Hucurât sûresi, 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Sonra da Sevgili Peygamberimiz, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmış haldeki müşriklere bir müddet baktı: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu.
Kureyşliler: “Biz, senden hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Peygamberimiz onlara tebessüm buyurduve“Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşlerine söylediği gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: “Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan size, bir kınama ve ayıplama yoktur; Allahü teâlâ, sizi mağfiret buyursun" (Yûsuf suresi, 92) derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz” buyurdu.
Mekke’nin fethinin ikinci günü, Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu hutbesinde, müslümânların kardeş olduklarını ve karşılıklı haklarını ve daha birçok husûsu bildirdi. Peygamberimiz umumî af îlân ettikten sonra, Kureyşliler müslümân oldular. Seneler önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler.
Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihâd üzerine; Kadınlar, îmândan sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsî olmamak üzere bîat ettiler.
Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin fethi sırasında kaçanların bâzısı yakalandıkları yerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi. Bunlardan affa uğrayıp, müslümân olanlardan Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin Sa’d, Vahşî ve Ebû Süfyân’ın hanımı Hind, Safvân, Ka’b ibni Züheyr ve Habbân (radıyallahü anhüm) gibi kimseler vardı.
Bu muazzam merhamet, katı kalbleri yumuşatmış, nefret hâlini muhabbete çevirmişti. Âlemlerin Efendisi, onları İslâm'a davet edince, müslümân olmak için toplandılar.
Sevgili Peygamberimiz, peygamberliğini, Kureyşlilere bildirip ilk İslâm'a davet ettiği Safâ tepesine çıktı. Yine orada, büyük-küçük, kadın-erkek bütün Mekkelilerin bîatını kabûl etti. Böylece Kureyşliler müslümân olarak, Eshâb-ı kirâm arasına katılmakla şereflendiler.
Efendimiz, erkeklerle sözleştikten sonra, kadınlardan da bazı konularda söz aldı. Peygamber Efendimizin huzûrunda bulunan kadınlar, bunların hepsini kabûl etti ve yalnız söz ile ahd ettiler.
Resûlullah bunlara hayır duâ etti ve afflarını diledi. Hz. Ebû Süfyânın hanımı ve Hz. Muâviyenin annesi olan Hz. Hind bunların arasında ve hattâ başları idi. Kadınlar nâmına o konuşmuştu. Müslümân olan kadınların içinde, öldürülecek kimselerin listesinde ismi bulunan Hazret-i Ebû Süfyân'ın hanımı Hind de vardı. Fakat âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz onu da bağışlamıştı.
Kadınların, Resûlullaha söz verdiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla ahdi yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı.
Kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiği bildirildi. Allahü teâlâya şirk koşmamak, Peygamber Efendimize isyân etmemek, hırsızlık yapmamak, iffet ve nâmûsunu korumak, kız çocuklarını öldürmemek.....bunlardandı.
Müslümân olan herkes, evlerindeki bütün putları kırdılar. Çevre kabîlelere askerî birlikler gönderilerek, oralardaki putlar da yerle bir edildi.
Böylece hakkın gelmesi ile batılın kökü kazındı. Merhamete kavuşanlar arasında, Ebû Cehl'in oğlu İkrime, Hazret-i Hamza'yı şehid eden Hz. Vahşî gibi kimseler de vardı. (Bunlardan Hz. İkrime, Yermük muhârebesinde şehîd düşmüş; Hz. Vahşî de, Yemâme savaşında Müseylemetü’l-Kezzâb'ı öldürmüştü.)
Peygamberimiz fetihten sonra on beş gün Mekke’de kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke ve çevresi putlardan temizlendi. Orada bulunanlar da, müslümân olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.