Salı, 23 Temmuz 2024 09:00

Devlet Dışı Aktörler

Yazan
Öğeyi Oyla
(3 oy)

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren uluslararası politikada süper güç olarak sivrilebilmeyi başaran ABD, savaş sonrasında da küresel ölçekte bir hegemonya tesis edebilmiştir. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte küresel sistemde tek başına hegemon güç olarak kalmıştır. Bundan sonraki süreçte de ABD’nin elde ettiği üstünlüğü koruma mücadelesiyle hareket ettiği görülmüştür. ABD’nin konumunu koruma politikası dış politikasında iki temel stratejiyi ortaya çıkarmıştır.

Bu stratejilerden ilki kendi gelişimini sürdürülebilmek için gerek duyduğu kaynakların sorunsuz tedarikini ve pazarların kontrolünü sağlamak. İkincisi ise kendisi için risk oluşturabilecek potansiyel rakiplerinin gelişimini engellemektir. Gerek iç dinamikleri, gerekse küresel güçlerin stratejileri çerçevesinden bakıldığında; 11 Eylül saldırıları akabinde terör örgütlerinin varlığı bahane edilip güçlü bir terörle mücadele söylemini ön plana çıkarmak suretiyle yürüttüğü işgaller esasen enerji kaynakları üzerinde kurulmak istenen hâkimiyetin maskesi olmuştur. Sahada yürütülen sözde terörle mücadele işgalleri örtülü jeopolitik güç mücadelesinin görünür yanıydı.

ABD, uluslararası sistemin merkezi, ekonomik, politik, askeri ve stratejik süper gücüdür. İki kutuplu dünya sisteminin yıkılmasıyla birlikte ABD, dünyanın tüm bölgelerine her türlü müdahalede bulunabilecek tek süper devlet haline gelmiştir. Dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin temel sonucu; ABD’nin hegemonik gücünün kontrol edilemez ve sınırlandırılamaz noktaya gelmesi olmuştur. Güç dengesindeki bu dramatik dönüşümle ABD, dünyayı yeniden şekillendirmeye kalkışmıştır. Tarihin en büyük fırsatını yakaladığını gören ABD ve vakit kaybetmeksizin kurallarını kendi koyduğu bir yenidünya düzenini şekillendirmeye başlamıştır.

Uluslararası güç mücadelelerin bir boyutunu ulusal çıkarların temininde açık ve örtülü güç kullanımı, hegemonya arayışının devam ettirilmesi ve diğer yandan potansiyel rakiplerin güçlenmesinin önüne geçilmesi ile ilgili stratejiler oluşturmaktadır. ABD merkezli güvenlik stratejisinin bakış açısı aşağıdaki gibi değerlendirilmiştir.

Günümüzün süper gücü ABD, Soğuk Savaş döneminde ve günümüzde yöntem değiştirerek aşağıdaki kombinasyonlar içerisinde hegemonyasını sürdürmektedir:[1]

1-Uluslararası siyasi düzeni; BM Örgütü ve G-8’ler vasıtasıyla,

2-Uluslararası ekonomik politik düzeni; Finans Kuruluşları IMF ve Dünya Bankası vasıtasıyla,

3-Soğuk Savaş Döneminde kurulan Siyasi ve Askeri bölgesel ittifak örgütleriyle;

                    *  Atlantik - Batı Avrupa -Türkiye arasında kalan bölgede NATO,

                    *  Güney Asya’da SEATO (Pakistan – Japonya arası bölgede),

4-Ekonomik / Politik Bölgesel ittifaklar;

                    *  APEC (Asya - Pasifik Ekonomik İş Birliği Forumu),

                     *  AB - Transatlantik (NATO - Avrupa Bölgesi ) İttifakı,

                     *  NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması).

 

ABD merkezli güvenlik stratejisinin sahada uyguladığı politikalar aşağıdaki gibi uygulanmaktadır.

ABD ve Gelişmiş AB ülkelerinin örtülü faaliyetlerinin uluslararası sahada icrası ‘’Devlet Dışı Aktör’’ kavramını karşımıza çıkarmaktadır. Büyük güçler “Devlet Dışı Aktör”leri sahaya sürerek uluslararası hukukun muhtemel yaptırımından kurtulacak bahaneleri hazırlama amacı gütmektedirler. Etnik ve mezhepsel dinamiklerin körüklediği şiddete dayalı çatışmaların “araç“ olarak kullanılma stratejisinin basamakları şu şekildedir:

1-Politik Kimlik; Biz ve ötekiler anlayışı ile kimlik ayırımında sadık ve sadık olmayan devlet/pazar gibi yeni yöntemlerin ortaya çıkması; yeni terörizm çeşitleri; Medeniyetler çatışması riski; İç istikrar için daha fazla hassasiyet ihtiyacı; Din ve diğer olguların oluşturduğu devlet dışı aktörlerden gelen tehditler.

2-Global Demografi; Zengin ülkelerin yaşlanması, bazı fakir ülkelerde genç nüfus patlaması, özellikle askeri alanda eleman bulma zorluğu, göç baskısı, başarısız veya başarısız olmakta olan ülkelerle ilgilenme gereği.

3-Çevre sorunları; felaket veya krizlerin ulusal düzeyin üstünde bölgesel veya global olma riski; yiyecek ve enerji güvenliği gibi trendleri takip ihtiyacı.

4- Devlet ve hukukun rolü; küresel ekonomi ve teknolojinin Devlet Dışı Aktörleri güçlendirmesi; devletin rolünün koalisyonlara kayması ve uluslararası hukuk alanında devlet yerine bireyin öne çıkması.

5-Bugünkü ABD dış politikasının devamı halinde asimetrik düşmanların karşı koyması; ABD’nin müttefikleri ile birlikte daha geniş kapsamlı hareket etme ihtiyacı; ABD istihbarat fonksiyonlarının yaygınlaşması; dünya gündeminin ABD tarafından belirlenmesinde ABD inisiyatifinin sürdürülmesi.

ABD ve AB ülkeleri ve diğer gelişmiş ülkeler, sınırların korunmasına dayalı savunma ve güvenlik anlayışı yerine sınırlarını aşan çıkarların korunması anlayışına dayanan stratejik güvenlik anlayışını benimsemişlerdir; Bu anlayışa bağlı olarak, hızlı ve vurucu gücü yüksek “acil müdahale gücü” şeklinde askeri yapılanmaların oluşturulmasına hız verilmektedir. Küreselleşme ile hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde devlet dışı aktörler daha da ön plana çıkmış ve yaygınlaşmıştır.

Yeni aktörler kapsamında son yıllarda dikkati çeken bir gelişme de dinin uluslararası politikada etkisi artan bir motif olması ve bu alanda da yeni aktörlerin ortaya çıkma potansiyelidir. Etnik ayrımcılığın yanında din, tarikat ve mezhep farklılıkları da birer istismar konusu haline gelmeye başlamıştır. Bir yandan ulusal yapılara modernleşme enjekte edilmeye çalışılırken diğer yandan din konusu uygarlıklar arası bir çatışma unsuru olma hüviyeti kazanmıştır.

İslam dini içerisindeki ılımlı kesimlerin radikal akımlara karşı kullanılması ve küresel hegemonyaya uygun bir İslam anlayışı ile Orta Doğu ekseninde bir devletler topluluğu meydana getirilmesi düşüncesi Batı’nın önemli ve örtülü amaçlarından biridir.

ABD siyasi, ekonomik ve askeri ittifaklar yanında, 1990’lardan itibaren, dini de kullanarak, kendi belirlediği ölçüler içerisinde, din dostlukları görüntüsü altında semavi dinleri bir araya getirme ve çeşitli tarikat vb. dini hareketleri kullanarak dünya hâkimiyetini pekiştirme gayretlerini sürdürmektedir. Yönlendirilmiş bir İslami tarikat, ABD ve Güney Kore’deki Katolik Hıristiyan Moon tarikatı ile Roma’daki Vatikan Kilisesi ile İsrail’de mevcut bir dini tarikat ile ya da Almanya’daki veya İngiltere’deki bir Protestan tarikatı ile işbirliği yapabilmektedir.

Özellikle 11 Eylül sonrasında Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında İslam dinini Batı anlayışına uygun bir kıvama getirmek amacıyla pek çok bölge ülkesinde dini aktörlerin para ile yönlendirildiği; çeşitli forumlar, örgütler ve medya yapılanmaları oluşturulduğu izlenmektedir.

Ekonomik, siyasal, askeri gücün etkisini artıran güç çarpanı propaganda ve psikolojik savaştır. Propaganda ve psikolojik savaş yolu ile hedef ülkeler, toplumlar ya da gruplar kendilerine yöneltilen tehdit tezlerine sanki kendilerinin güvenliklerini, çıkarlarını sağlıyormuşçasına sahip çıkmakta ve bu tür politikalara “rıza” gösterebilmektedirler. Ya da hâkim güçlerin ulusal politikaları erozyona uğratma girişimleri ve örtülü operasyonlarına karşı duran güçler, yine ulusal düzeyde psikolojik savaşın çeşitli yollarla kullanılmasıyla yıpratılmaya çalışılmaktadır.

Dış politikada ulusal hükümetlerin ikna edilmesi için gene kendi halkı kullanılacaktır. Bu amaçla, bölgesel güvenlik aracı olarak “ikna” yöntemi için yenilikçi yaklaşımlara başvurulabilir. Uzmanlaşmış, yüksek teknolojiye sahip gizli faaliyetler yerel hareketlerin desteklenmesinde rol alabilir. Küresel kamuoyu, tasarlanan stratejilerin dikkate alması gereken gerçekten önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Küresel iletişimin sağladığı imkânlar “kopyacılığı” mümkün kılmaktadır. Anında ve yoğun küresel haberleşme; ülkelerin, kendi vatandaşlarının (veya diğer ülke vatandaşlarının) neyi duyması, görmesi, okuması, bilmesi ve inanması gerektiğini etkileyecek kabiliyetlerini erozyona uğratmıştır.

İletişim ve ulaşım teknolojisinin ve yöntemlerinin yaşamı daha da etkisi altına alacağı 21’nci Yüzyılda, propaganda ve psikolojik savaş en önemli güvenlik-tehdit yöntemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hâkim güçler, kendi çıkarlarına tehdit olan unsurları belirleyip, bu temelde ürettikleri güvenlik ve tehdit tezlerini diğer aktörlere benimsetebildikleri ölçüde hegemonyalarını kurup sürdüreceklerdir.

Uluslararası terörizm ve devlet destekli terör kapsamındaki düşük yoğunluk çatışmalar; 21’nci Yüzyılda artan boyutlarıyla varlığını sürdürecektir. Rakip devletlerin yıpratılmasında ve yönlendirilmesinde devletler; düşük yoğunluklu çatışmalar temelinde örtülü biçimde “terör” faaliyetlerini desteklemeye devam edeceklerdir.

Artan uluslararası bilgi ağları yeni tehditlere çeşitli imkânlar sunmaktadır. İstihbarat fonksiyonları zayıf ülkeler için; ithal malı tehdit algılamaları; politik, ekonomik ve sosyal yaptırım tehditleri; ekonomik manipülasyonlar ve hassasiyetler ile ülke içi etnik hassasiyetlerin istismarı ve bu konuların siyasi dayatmalara dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit unsurlarını oluşturacaktır.

Topyekun savaşa varmayan askeri yöntemler şeklinde paramiliter görüntüsünü daha farklı yöntemler ve çeşitlenen örtülü vasıtalarla sürdürürken; diplomasi, medya ve düşünce kuruluşları gibi açık vasıtalarla örtülü operasyonların propaganda ve siyasi destek boyutu tamamlanacaktır.

Terör ile mücadelede artık klasik askeri yöntemler ile sonuç alınamayacağı açıktır. Bu da terör ile mücadele de devlet destekli örtülü ve gizli yöntemleri, bu alanda uluslararası işbirliği arayışlarını artıracaktır. Her zaman olduğu gibi terörden en çok şikâyet eden ülkeler bu yöntemlere politik vasıta olarak en çok başvuran ve ellerini yıkamayan ülkeler olacaktır. Bugün olduğu gibi gelecekte de en çok gayret sarf edilmesi gereken strateji konusu; güvenlik ortamının şekillendirilmesi ve bu yönde gizli ve örtülü olarak yürütülen özel savaş yöntemleri olacaktır. Diğer yandan, özel savaş metodu uygulayacak ülkelere karşı gelişmiş ülkelerin strateji belirlemeleri son derece güç olacaktır.

 

Sonuç:

Global demografi üzerinde yapılan planlamalar özellikle zengin AB ülkeleri üzerinde görülmektedir. Bu ülkelerin nüfuslarının yaşlanması nedeniyle genç insanların yaşlı AB ülkelerine yönlendirilmeleri ile demografik yapının değişimi sağlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle yani genç nüfus ile aşılama yapılarak gelişmiş AB ülkelerinin gençleştirilmesi temin edilmektedir.

Zengin AB ülkeleri üzerinde meydana gelen göç baskısının sebep olduğu Demografik göç hareketleri şu şekilde cereyan etmektedir: ABD ve AB ülkelerinin kurduğu Devlet dışı örgütlerin eylemleri ile Nijerya-Nijer-Mali-Çad gibi bölgelerde Boko-Haram; Somali-Sudan’da El-Şabab, Suriye-Irak’ta IŞİD-PYD, Türkiye’de PKK gibi terör örgütleri eliyle meydana getirilen güvensiz - istikrarsız alanlardan bölge halkları göçe zorlanarak “düzensiz göçmen”lerin başka bölgelere ve ülkelere kanalize edilmeleri sağlandı. Bu sayede hem hedef ülkeler üzerinde demografik mühendislik çalışmaları yapılırken hem de nüfusu yaşlanan ülkelere nüfus takviyesi gerçekleştirilmiş oldu.

Örneğin bugün, Ortadoğu’da yaşanan istikrarsızlıklar ve devlet otoritesinin kaybolması, DEAŞ, PYD/YPG gibi devlet dışı silahlı örgütlere egemenlik iddiasında bulunma fırsatı sunarken, bölgesel ve küresel seviyede yükselen tehdit algısı da küresel ve bölgesel güçlerin politikalarında değişime gitmeye zorlamaktadır.

DEAŞ gibi bazı devlet dışı silahlı aktörler hakimiyetlerinde bulunan alanlardaki petrol kaynaklarının kontolü, askeri ve finansal kabiliyetleri bağlamında kendilerine özerk bir alan oluşturabilirken, YPG, Hizbullah ve Haşdi-Şabii gibi örgütler ise sahip oldukları kabiliyetlerinin yanı sıra devletlerden de doğrudan destek alabilmektedirler.

DEAŞ ve PKK/YPG hem sahip oldukları etki alanı hem de bölgesel düzeyde ve bazı devletler için oluşturdukları tehdidin boyutları ile dikkati çekmektedir. Özellikle Washington yönetiminin örgüte verdiği destek bir anlamda egemen olmayan bir aktör olarak örgütü küresel sistem içerisinde bir muhataba ve aktöre dönüştürmüştür.

Nitekim büyük güçler, yükselen orta ölçekli güçler ve bölgesel aktörlerin rekabet alanının kesişiminde yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkan devlet dışı silahlı aktörler, çatışma süreçlerini rasyonel okuyarak tıpkı devletler gibi hareket etmeye ve hayatta kalmaya odaklanmışlardır. Bu ortamda hem çatışma süreçlerine dahil olmaları hem de egemen devletlerle ilişki kurabilme kapasitesine erişebilmeleri yeni bir yapıyı ortaya çıkarmıştır.

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Hedef dünya liderliği olduğunda yeterli bir taktik olan ABD askerinin dünyada gerekli olan her yere kısa sürede ulaştırılması ve orada mutlak askeri üstünlük kurması, hedef "mutlak kontrol"e dönüşünce yeterli olmuyor. Potansiyel rakiplerin doğmasını önleyebilmek için artık dünyanın temel kaynaklarının da kontrol edilmesi gerekiyor. İşte Orta Doğu ve Irak da bu çerçevede gündeme geliyor. İşgal edilen bu coğrafyada kalıcı menfaatleri temin edebilmek noktasında konvansiyonel araçların yetersiz kaldığı görülmektedir. İşte bu noktada kalıcı istikrarsızlıklara sebebiyet verecek demografik mühendislikler ve bunlara bağlı “Devlet Dışı Aktörler” devreye sokulmaktadır.

 

23 Temmuz 2024                                                                                     

                                                                                   Çetin ZAMANTIOĞLU

                                                                                   ASSAM Bşk. Yrd.

Okunma 236 defa Son Düzenlenme Perşembe, 25 Temmuz 2024 09:32
Yorum eklemek için giriş yapın