Güçlü bir ekonomik yapının küresel aktör olma noktasında neleri yapabildiğini sık sık görmekteyiz. Örgütlenmesini başarı tamamlayan Avrupa Birliği’nin 2000’li yıllarda kurumsal yapısı tartışılmaya başlanmışsa da uluslararası arenadaki rolünü hep birlikte yaşadık.
“ Bana, bir ulusun parası üzerinde kontrol yetkisi verilirse, o ulusun yasa yapıcıları hiç önemli değildir.” diyen Mayer Amschel Rothschild[2] nitekim birçok örnekte olduğu gibi en son olarak ABD’nin Mısır üzerindeki tahakkümünde haklı çıkmıştır. ABD Mısır’a askerlerin tasarrufunda olmak üzere yıllık 3 milyar dolar yardım etmesinin arka planında da bu “para ile idare edebilme” gücü yatmaktadır.
Birinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı özelinde tüm İslam coğrafyası kendisini şu kısır döngü içerisinde buldu: Modernleşmesini sağlayacak maddi imkânları elde etmenin karşılığında bağımsızlık algısındaki keskin çizgiler ortadan kaldırılacaktı.[3] Yani “milli” sınırların ve unsurların kutsandığı, yönünü Batıya çevirmiş, İslam anlayışının laiklikle yozlaştırıldığı; IMF ve bankalar aracılığıyla ekonominin tekelleştirildiği, markalarıyla tüketimin yönlendirildiği bir bağımsızlık.
Bu konuda en önemli tarihi örnek; hem siyasi, hem ekonomik unsurlarıyla İran'da yaşanmıştır. Rıza Han'ın 1925'te kendisini şah ilan etmesine karşı çıkmasıyla bütün görevlerinden uzaklaştırılan Dr. Muhammed Musaddık 1944'te siyasi yaşama dönerek yeniden meclise girdi. Sovyetler Birliği'ne İran'ın kuzeyinde petrol çıkarma ve arama hakkı tanınmasına karşı başarılı bir muhalefet hareketi yürüttü. 1951'de geniş bir koalisyon olan "Milli Cephe"nin lideri Dr. Muhammed Musaddık başbakan seçildi. İlk işi İran petrollerini elinde tutan "İngiliz-İran Petrol Şirketi (AIOC)’ne el koymak olmuştu. Büyük bir halk desteğine sahip olan Musaddık, Şah Muhammed Rıza'nın yetkilerini kısıtlamıştı. 1953'te bir halkoylaması ile elini güçlendiren Musaddık, Meclis'ten ülkeyi altı ay boyunca kararnamelerle yönetmesini sağlayan yetkileri almış, süre dolduğunda bu yetkileri bir yıl daha uzatmıştı. Ordunun bütçesini yüzde 15 kısmış, 136 subayı ordudan uzaklaştırmış, yanı sıra geçmişteki silah alımlarını soruşturmak üzere Meclis'te bir komisyon kurmuştu. Ervand Abrahamian'in "Modern İran tarihi" kitabında belirttiği gibi AIOC İran'da dünyanın en büyük petrol rafinerine sahipti. Ham petrolün ikinci büyük ihracatçısıydı ve dünyanın üçüncü büyük petrol rezevlerini elinde tutuyordu. İngiliz donanmasının yakıt ihtiyacının yüzde 85'ini karşılıyordu. AIOC dünya çapındaki karının yüzde 75'ini İran'dan sağlıyordu.[4]
Musaddık'ın İran petrollerini millileştirmesi, sadece İngiltere'nin değil ABD'nin çıkarlarını da tehlikeye atıyordu. Musaddık'ın girişimi, Endonezya, Venezuela ve Irak'ta da emsal teşkil ederek onları da aynısını yapmaya kışkırtabilirdi. Böylelikle uluslararası petrol piyasasını Batılı petrol şirketlerinin denetiminden alarak petrol üreten ülkelere kaydırabilirdi. O halde her ne pahasına olursa olsun Musaddık işbaşından uzaklaştırılmalıydı. 1953 Ağustos Darbesi'nin gerekçesi buydu.
Enterasandır, Musaddık da uluslararası medya organlarında "fanatik", "diktatör", "demagog", "şark kurnazı", "mağdurluk takıntısıyla hareket eden", "dar kafalı", "değişken", "mantık ve sağduyuya kulak vermekten kaçınan", "yabancı düşmanı" biri gibi gösteriliyordu. 1952 sonlarında ABD Başkanı Dwight Eisenhower ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill, Musaddık'ın devrilmesi konusunda anlaştılar. CIA ve SİS (İngiliz gizli servisi) tarafından ortaklaşa yürütülen "Ajax Operasyonu"nu CIA'nın Ortadoğu Bürosu Şefi Kermit Roosewelt yönetti. Kermit Roosewelt 1970'lerin sonunda "Countercoup (Karşı darbe)" başlığıyla darbe anılarını yayınladı. Amerikalı gazeteci Stephen Kinzer de 2003'te yayımladığı, "Şah'ın Bütün Adamları: Bir Amerikan Darbesi ve Ortadoğu'da Terörün Kökenleri" kitabında herşeyi anlattı. Aralarında tecrübeli ve becerikli İranlı ajanlarında bulunduğu bir grubun uzun yıllara dayalı çalışması sonucu; politikacılar, askerler, din adamları, gazete editörleri ile sokak çetesi liderlerinden meydana gelen gizli bir yapılanma oluşturuldu. CIA bu ajanlara her ay on binlerce dolar ödüyordu. 1953'ün ilkbahar ve yaz ayları boyunca Musaddık'ın CIA'dan rüşvet alan bir molla, bir gazeteci ya da bir politikacı tarafından suçlanmadığı bir tek günü bile geçmiyordu. Tahran'da yayınlanan her 5 gazeteden 4'ü CIA'nın etkisi altındaydı.
Musaddık'ın devrilmesi Türkiye’de yaşanan "28 Şubat"a benzer bir süreç sonucunda gerçekleşti. 1953 yılının Ağustos ayı başlarında CIA için çalışan çeteler Musaddık karşıtı protesto gösterileri organize ettiler. 15 Ağustos günü darbeciler başarısızlığa uğramış ve Şah ülke dışına kaçmıştı. Kermit ve adamları pes etmediler. CIA ve SİS'in kiralık adamları kalabalıkları meydanlara akıtmaya devam ettiler. İşin tuhafı, Musaddık kendi taraftarlarından karşı-gösterilerde bulunmamalarını istemişti. Böylece meydanlar provokatörlerin yönlendirdiği kalabalıklara kalmıştı. Batı basını bu durumu halkın Musaddık'a isyan ettiği şeklinde yansıtacaktı. Bu kara propaganda Gezi Parkı kalkışması esnasında Avrupa basınının tutumuna ne kadar da benziyor.
Şah yanlısı ordu tarafından ağır silahlarla evi kuşatılan Musaddık çareyi çakmakta bulmuş ve CIA-SİS operasyonu amacına ulaşmıştı. Amerikalıların kazancı petrolle sınırlı değildi. İran Şahı on yıllar boyunca Amerika'dan milyarlarca dolar silah aldı. "Modern İran tarihi" kitabında Ervand Abrahamian şöyle diyordu:
"1953 darbesi genellikle İran'ın uluslararası komünizmden kurtulması için CIA ile ortaklaşa yürütülen bir girişim olarak gösterilmiştir. Oysa uluslararası petrol kartelini kurtarmak adına Britanyalılarla Amerikalıların ortak çabasıdır. Kriz boyunca başlıca konu petrol üretiminin, dağıtımının ve satışının kim tarafından yapılacağıydı. Kamuya yapılan açıklamalarda 'Kontrol' sözcüğünden özenle kaçınılmış olsa da, gerek Londra, gerek Washington'da yayımlanan gizli raporlarda geçerli terim buydu."
Darbeden sonra tutuklanan, üç yıl hapse mahkûm edilen ve sonrasında ömür boyu ev hapsinde tutulan Dr. Musaddık ise savunmasında hâkimlere şunları söylemişti:
"Benim tek suçum İran petrol endüstrisini millileştirmek ve dünyadaki en büyük impratorluğun sömürgecilik şebekesini ve onun siyasi ve ekonomik etkisini bu topraklardan atmak olmuştur."[5]
Türkiye'ye gelecek olursak; ekonomik anlamda zayıf bırakılmış bir Osmanlı mirasından sonra üç defa ekonomik kalkınma hamleleri yapmış ancak; düzen kurucular buna müsaade etmemişlerdir. 1960’lı yıllarda Adnan Menderes ve 1980’li yıllarda Turgut Özal ekonomik atılımlar yapmışlarsa da kulenin talimatlarının dışına çıkmasına yani havalanmasına müsaade edilmemiştir. 2001 yılından bu yana siyasal ve ekonomik planlarını başarı ile gerçekleştiren Recep Tayyip Erdoğan hükümeti take-off sürecini başarıyla tamamlamışsa da daha fazla yükselmesine tahammül edilememiştir.
İşte bu noktada Gezi Parkı kalkışması Türkiye’nin kalkınma girişimlerini sindiremeyen dünya düzeni planlayıcılarının bir engelleme girişimi olarak algılanmalıdır. Türkiye’nin iç dinamiklerinde meydana gelen köklü değişikliklerse 90 yıllık müesses nizam kurucularının zayıflaması, yok olması anlamına gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası, daha doğrusu Osmanlı sonrası Avrupa, Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu’da oluşturulan siyasal yapılar kapitalizmle komünizm arasında sıkıştırılmış ve halka rağmen yapılar oluşturulmuştur. Komünizm tehlikesi! bir ütopya haline getirilerek ABD’nin bu bölgelerdeki hakimiyeti güçlendirildi. Bu yapıların güvenliği batıda NATO tarafından sağlanırken doğuda en kalabalık ordusu ile Türkiye konuşlandırıldı. Artık Türkiye ordusuyla da müesses dünya düzeninin bir aktörü haline gelmiş oldu. Somali, Afganistan, Bosna Hersek, Kosova vs. birçok bölgede müesses nizamı ayakta tutma adına görevler aldı. Ak Parti’nin göreve gelmesi sonrasındaki en büyük rahatsızlığı öncelikle silahlı kuvvetler duymuş ve “Cumhuriyeti Koruma” kalkanı altında onlarca darbe ve suikast girişimleri planlanmış, bir kısmı da hayata geçirilmiştir. Şimdilerde ülke içi aktörlerin bölge halkları ve çıkarları adına “millileşmesi” sonucu içte zayıflatılan bu tehdit unsurları kurumsal yapıların içinden temizlendikçe çığlık sesleri yurt dışından gelmeye başlamıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışı ile başlayan müesses nizama karşı duruşu özellikle Müslüman halkların bulunduğu coğrafyalarda heyecanla karşılanmış dünya düzenine “kafa atma” olarak yorumlanmıştır. Bu olaydan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Para Fonuna karşı söylemler artarak devam etmektedir. Her ne kadar içinde bulunduğu bloğun çıkarları gereği olsa da 18 Ekim 2013 tarihinde Suudi Arabistan’ın BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini reddetmesi olumlu yorumlanmalıdır. Suudi Arabistan’ın bu tutumu ise Türkiye’nin daha önceki BM eleştirilerine ses verir nitelikteydi. Suudi Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada "Güvenlik Konseyi'ndeki yöntem, çalışma mekanizmaları ve çifte standartlar, dünya barışına yönelik sorumluluklarını gereği gibi üstlenmesine engel olmaktadır" ifadesi kullanılarak örgütün görevlerini yerine getirmediğine dikkat çekildi.
Yaşanmış iki dünya savaşının da öncesinde asıl sebepleri sembolleştiren olaylar silahların patlamasına neden olmuştur. 11 Eylül saldırıları sonucunda İslam ülkelerine meydan okunarak “ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” açıklaması ile dünya yeni bir çatışma ortamına çekilmiştir. Bu saldırılar yeni çatışmaların çıkış noktası olarak sembolleşmiştir. Yenidünya çatışmasının ardından en cüretkâr çıkış “one minute” isyanı ile yapılmıştır. Şu anda uluslararası güç mücadelesi devam etmekte ve Türkiye düzen kurucu aktörler üzerinde ciddi rahatsızlıklara neden olmaktadır. Rollerin değişme sürecine girmiş olması ulusal ve uluslararası birçok çatışma alanları oluşturacaktır. Wall Street Journal’de 10 Ekim tarihli yazı Türkiye’nin bu atılımlarından duyulan rahatsızlıkların somut örneğidir. Türk dış politikasında alınan kararların isabetli olup olmamasında daha çok bu iradeyi gösterebilmesi “olayları yakından takip eden” değil “olayların içinde bulunan” bir politikanın izlenmiş olması ve “ benim de söyleyeceklerim var” anlamına gelen çıkışı önemlidir.
Türkiye’nin bölgesindeki bu başkaldırışının hazmı hiç te kolay olmayacaktır. Olası tehdit unsurlarına ön alabilmek amacıyla Türk dış politikası geçtiğimiz on yıllık iyi niyet söylemlerinin yerine daha realist politikalar koymalıdır. 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarı’na karşı girişilen itibarsızlaştırma süreci ve Gezi Parkı kalkışması Türkiye’nin uluslararası güçler iradesiyle ulusal güçlerce tehdit edildiğinin en çarpıcı örnekleridir. Bundan sonraki süreç tarafların satranç misali karşılıklı hamleleri ile geçecektir. Çin’le yapılan füze savunma sistemleri ihalesi ile Türkiye ABD’nin NATO “kalesi” ni tehdit etmiştir. Hem Beyaz Saray, hem de Türkiye’deki Büyükelçisi Ricciardone, Türkiye’nin Çin’e verdiği ihaleyi iptal etmezse, Amerika ile ilişkilerin bozulacağını açıkladılar. Türkiye’nin Çin’den almayı planladığı CPMIEC şirketinin ürettiği FD-2000 füze savunma sistemi ihalesi daha sonuçlanmamışken 06 Kasım 2013 tarihinde NATO Başkomutanı General Philip Breedlove dikkat çekici bir açıklama yaptı. “ Tüm NATO üyeleri, ittifakın kolektif savunma sistemine katkı sağlayacak kararlar alınmasını ve diğer NATO sistemleriyle uyumlu çalışacak sistemler seçtiklerini görmek istiyorlar” açıklamasıyla “uyumlu” ifadesinin ne anlama geldiği manidardır. Mesele basit bir ticari ihale krizi değildi. Suriye’de yaşanan katliama sessiz kalan ve kendisini bölgede yalnız bırakan Batıya karşı Türkiye, Çin hamlesini yapmıştı. Batılı büyükler buna öfkeliydi.
11 Kasım 2013 tarihinde İçişleri Bakanı İsmet Yılmaz'’ın ihale süreci ile ilgili olarak blok değiştirildiği iddialarına cevap verirken “füze savunma sistemlerinde milli yazılım kullanılacağı ve bunun NATO sistemleriyle uyumlu olup olmaması gibi bir durumum söz konusu olmayacağı” yönündeki açıklaması Türkiye’nin kendi yolunu çizmek istediğinin açık bir göstergesidir.
Füze ihalesi üzerinden oluşturulan uluslararası baskı devam ederken 17 Aralık sabahı yerli aktörler kullanılarak sözde yolsuzluk operasyonu adı altında biz dizi tutuklamalar yapıldı. Devlet içinde oluşturulan gizli polis odakları kullanılarak global güçler Türkiye üzerinde bir çökertme operasyonu başlattı. Bakan çocukları, Halkbank, üst düzey bürokratlar ve iş adamlarını hedef alan bu tutuklamaların yerel seçim sürecinin hemen öncesinde yapılması düşündürücüdür. İsnat edilen suçların çok önceden meydana gelmiş olması, yasal olmayan dinlemelerin yapılması ve İstanbul Emniyet Müdürü ile Başsavcısının haberdar edilmemesi Musaddık dönemi İran içerindeki yapılanma ile çok ama çok benzeşmektedir. Yasal olmayan ve bir çete üslubuyla yapılan bu modern “insan kaldırma” eylemi bir süredir dershaneler üzerinden devam eden tartışmaların iyiden iyiye alevlendiğini gösterir. Yaşanan bu çatışmanın görünür aktörleri AKP-Hizmet Hareketi gibi görünse de asıl hedef yükselen değerleri ve gücüyle Türkiye özelinde Recep Tayyip Erdoğan; diğer taraf ise CIA-MOSSAD koalisyonudur. Bu ittifakın Türkiye’deki taşeronları ise yaklaşık 30 yıldır besleyip büyüttüğü ve bu günler için hazırladı insanlardır. Özellikle Ortadoğu ve İran’daki yapılanması ile dünya bankacılık sistemini tehdit eden Halkbank’ası Türkiye’nin ekonomik olarak bölgede güçlü bir aktör olması açısından önemlidir. Dünya sistemlerini kuran ve ellerinde bulunduran aktörler para ve gücün Türkiye’de güvenmediği eller tarafından kontrol edilmesine tahammül edememişlerdir. Artık Türkiye kendisine "rol verilen" konumdan "kendi yolunu çizen" konumuna gelmektedir, belki de gelmiştir. Kuleden izin alan değil kulenin kendisini dikkatle takip etmek zorunda olduğu bir Türkiye; bölgesi için daha stratejik bir konuma gelmektedir. Oyun tüm hızıyla devam edecektir.
Ali TANDOĞAN
19 Aralık 2013
[1]Tayyar ARI, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Marmara Kitap Merkezi, Bursa, 2010, s. 449-453
[2] William Cooper, Apokalipis’in Atlıları,Selis Kitaplar, İstanbul, 2003, S. 60
[3] Pierre Jean Luizard, İslam Topraklarında Otoriter Rejimler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2013, s.15
[4] History Studies.net-makaleler, Yrd. Doç. Dr Gökhan Bolat, "Anglo-Persian Oil Company'den British Petrolium'a(BP): İngiltere'nin İran'daki Petrol Macerası
[5] Yeni Şafak, A. Muradoğlu, 09.12.2012