Halbuki İslam epistemolojisi açısından bakıldığında insanın yaratılışından itibaren; insana ruh üflendiğinde diğer genetik kodlarla beraber, seçilmiş ahlâk diyebileceğimiz “temiz fıtrat” da insana verilmiştir. İlahi kaynaktan beslenen ve insanın hayatına rehberlik eden değerler manzumesi akıl ve vicdan ekseninde birleştiğinde ebedi ve evrensel değerler sıfatını da kazanır. Sonrasında en önemli etken unsur, aileden başlayarak yaşadığı toplum ve yaşam biçimleri olmaktadır. Kant’ın savuna geldiği hukuki aklın dışında, ahlâk değerlerini ilahi değerlerden alan ve bunu yaşadığı toplumun ahlâk değerlerine artı değer olarak katan, toplumu ve yönetimleri şekillendiren reel bir ahlak da söz konusudur. Günümüz liberalizmi, değerlerin nesnel dünyanın parçası olmayıp, büyük ölçüde bireysel seçim meselesi oldukları yolundaki Weberci tezi kabul eder. Dünyanın nesnel değerler içermediği yönündeki düşünce sık sık özgürlüğe dair bir tezle ittifaka girerek sesini yükseltir ve “bireyler kendi değerlerini seçmede özgürdür ya da özgür olmalıdır” der. Liberal kimse, çoğulcu bir toplum; yani bireylerin kendi seçtikleri “iyi” hayat anlayışlarının izini sürdükleri, çeşitli yollarla karakterize olan ve bireyselliği öncüllemiş bir toplum tasavvur eder. Şimdi böyle bir durumda, bireyler kendi “iyi” anlayışlarının peşinde öyle bir tarzda koşabilirler ki, bu başkalarının hayat tarzlarıyla çatışabilir; bundan dolayı bireylerin kendi seçtikleri hayat tarzlarını sürdürme yollarının bazı sınırları olması gerekir. Bu, kısıtlanım alanıdır ya da kelimenin tam anlamıyla “hak” alanıdır. Bir liberal olarak Atilla Yayla böyle bir kısıtlama alanının olması gerektiğini de itiraf etmektedir. Çoğunluk liberallere göre, ahlâk ilkeleri emirle yerleştirilemez; bu ilkeler, alışılageldik tecrübe ve modern toplum bilimlerinin açığa çıkardığı haliyle gerçek dünyada keşfedilmeli ya da yaratılmalıdır. İlahi kaynaktan beslenen ahlâk yorumunun tek ilgi alanı, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair ilkeleri yerleştirmek değildir; aynı zamanda insanların hayatlarını daha geniş ve anlamlı bir resmin içine oturtmayı ve ebedi iyilik ve mükafatlarla ödüllendirilmeye inanır. Aynı zamanda evrensel İlahi ahlâkın gerektirdiği gibi davranmayla bir kimsenin eylemlerinin, hem o kimsenin kişisel kaderi, hem de alem şümul bir dünya düzeni bazında anlamlı olması arasında anlaşılabilir bir bağlantı olması gerektiğini kabul eder.
Neoliberal kapitalist anlayış, son yüzyılda “asla doyurmayan bir ekmek” aforizmasına özdeş bir eklektik bakış meydana getirmiştir. Calvinist Protestan ahlâk dinamik ve sürekli yenilenme felsefesine sahip olmasına rağmen bireyselliği, bireyciliğe indirgeyerek içselleştirmiş, bilinçli ve planlı bir şekilde İlahi referansı, hakikat anlayışını dünya işlerine teşmil kılmamıştır. Bu eksenin en önemli ayağı olan iktisadi liberalizm; “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düsturuyla kendini gösterirken, sosyal liberalizm ise, “anything goes” (her şey mubah) sloganıyla özellikle gençliği sarmalına alarak meydanlara inmiştir. Bu ekolün fiili olarak ortaya koyacağı ve toplum vicdanına önerdiği doktriner bir postulat ya da paradigma yoktur esasında. Nitekim; (psikanalist Erich Fromm bu hareket için her ne kadar, gelmiş geçmiş en tutarlı hareket dese de) 1960’lı yıllarda ortaya çıkan Hippi Hareketi, mutlak retçilik anlayışıyla liberalizmin ahlâka yansıyan boyutunun en dibini göstermiştir. Benzer örneğini Gezi Olaylarında da yakından hep birlikte gördük.
Her şeyden önce, kısıtlama alanı olarak tarif ettiğimiz “hak” alanını ihlal eden; bütün değerleri altüst eden, anlam dünyamıza hiçbir pozitif katkı yapmayan, toplum değerlerinden öncelikli olarak, bireyci değerleri topluma dayatan yaklaşımlara söylenecek sözümüz olmalıdır. İnanç değerlerimizden aldığımız temel referanslarımızı çekinmeden bu topluma ve dünyaya dile getirebilmeliyiz. Aksi düşünüldüğünde iddia edilen adalet ve merhamet temelinde bir medeniyet tasavvuru söylencenin ötesine geçemeyecektir.
Aziz Peygamberimiz(sav)’in örnek verdiği gemi metaforunda olduğu gibi, toplumu ayakta tutan unsurların dejenerasyonuna ve erozyonuna seyirci kalmak; sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasi, hukuki, eğitsel; her şeyden evvel insani bir tedbir geliştirmemek daha başından itibaren geminin altının delinmesine göz yummak, ve onunla beraber batmayı kabullenmek anlamına gelir ki; bu da Yüce Kur’an’ın İlahi yasa olarak vaz ettiği “toplumsal eceli” kendi elimizle yaklaştırmak anlamına gelir. Temel toplumsal reflekslerimiz ve referanslarımız gün geçtikçe deforme olmakta, bu kadim ve ilahi referanslarımızı gündeme getirmekten imtina etmekte ve kime nasıl ve ne şekilde karşı koyacağımız noktasında belirsizliğimiz, her geçen gün artarak görünür hale gelmektedir. Ulus devletlerin tasfiye edildiği, belirsizliğin, kaosun, sürüklenişin bizi nereye götüreceğinin tam kestirilemediği nadir kırılma dönemlerinden geçiyoruz. Böyle bir geçiş döneminde ulus devlet anlayışının yerine “her şeyin mubah” sayıldığı modern cemaatlerin ikame edilmesine asla seyirci kalamayız. İnsanı nesnelikten kurtarıp özne haline getiren ve fakat asla, bireyciliğe taviz vermeyen dinin kitabı, Kur’an’ın ifadesiyle acaba, “… yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli bozmaya, mahvetmeye koşan…”(Bakara-205) sistematik bir yapı, farklı versiyonlarıyla topluma şekil vermeye ve hedefleri doğrultusunda ön açmaya mı kalkmaktadır diye sormadan edemiyoruz. Belki de sırf neoliberalizme özgü olan, akıl ve ahlâkın ayrı düşme ve düşünme anlarına maalesef hep birlikte tanıklık etmekte ve sanki bir akıl tutulması yaşamaktayız.
Toplumsal ahlâkın şekillenmesinde temel referans kriterleri hangi kural ve ilkelerden alınacak sorusuna bu gün belki de en çok cevap araması gerekenler liberalist teorisyenler olmalıdır. Çünkü İlahi gerçekler ve yasalardan hareket eden mü’min akıl bu soruyu çok önceden cevaplamış durumdadır.
*ASSAM İslam Ülkeleri Müşterek Dış Politika İnceleme ve Araştırma Kurul Bşk.