Çarşamba, 14 Ekim 2015 00:00

Küresel Çağda Arslan ya da Ceylan Olmak

Yazan
Öğeyi Oyla
(3 oy)

"...küresel tüketim kültürü, kadim yerel değerleri erozyona uğratarak ve kimliksizleştirerek, hız kesmeden yoluna devam etmektedir. Alış veriş merkezleri(AVM) Postmodern Tüketim Tapınaklarına dönüşürken, bu fantezi saraylarının yaratıcı gösterileri tarafından büyülenen insanlar, alışverişe sadece ihtiyaçları olduğu için giden ve etkin bir şekilde pazarlık yapanlardan, satın almadan metaların arasında saatlerce ve “özgürce” vakit geçiren, sabit fiyatların kabullenicileri haline dönüştü. Geleneksel dönemde zorunlu “ihtiyaç” kavramı üzerine kurulu olan tüketim, geç modern veya postmodern dönemde “arzu” ve “istek” kavramlarına dayalı olmaya başlamıştır..."

                       KÜRESEL ÇAĞDA ARSLAN YA DA CEYLAN OLMAK

     Sosyolog Anthony Giddens, “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” adlı kitabında küreselleşmenin kültürel etkilerini anlatırken şu anekdotunu aktarıyor: “Bir arkadaşım Orta Afrika’daki köy yaşamı konusunda çalışıyor. Birkaç yıl önce alan çalışmasını yürütmeyi amaçladığı uzak bir bölgeye ilk defa gitmiş ve daha oraya vardığı gün, bir eve gece eğlencesine davet edilmiş. Hemen akla geleceği üzere, arkadaşım orada, dış dünyadan yalıtılmış durumdaki bu topluluğun kendine özgü geleneksel eğlenceleri hakkında bir şeyler öğrenmeyi umuyormuş. Oysa gecenin sebebi Basic Instınct (Temel İçgüdü) filminin videoda topluca seyredilmesinden başka bir şey değilmiş. Üstelik film henüz Londra’da bile sinemalara gelmemişken.”

     Küreselleşmenin birçok tanımı mevcuttur . Ancak şimdilik özetle küreselleşme; bilgi, eşya, sermaye ve insanların politik, ekonomik, kültürel sınırları aşan akışıdır demek yeterli olacaktır. Küreselleşmeyle birlikte, fiziksel mekân idraklerimiz değişmekte ve zaman-mekân sıkışması olarak da adlandırılan bu yeni süreçle her birey dünyanın küçüldüğünü defacto hissetmektedir. Hele de dijital çağın bu denli gelişmişliği ortadayken. Günümüz dünyasında giderek önem kazanan şey artık, mallardan ziyade bilgiye dönüşmüştür. Bilgi, özellikle dijital ortama, bilgisayar kodlarına çevrildiğinden itibaren ağırlıksız hale gelmekte ve dünyanın her yerine anında gönderilebilmektedir.

     Eric Hobsbawn, yaşadığımız çağı “ABD ve onun yaşam tarzının küresel zaferi olarak” olarak tanımlamaktadır. Bunu daha ileri götüren Henry Kissenger: “Küreselleşme aslında ABD’nin baskın rolüne verilen bir başka isimdir” demektedir. Benzer betimlemelerden yola çıkarak küreselleşmeyi dünya genelinde homojenleşmeyi ifade eden bir kavramdır şeklinde özetleyebilir ve toplumların tahakküm altına alınarak Batılılaştırma ve Amerikanlaştırma serüvenidir diyebiliriz.

     Bugünün dünyasının, kapitalist ekonomik sistemin gücünü pekiştiren bir küreselleşme tarafından şekillendiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Dünyanın düzleşmesinde ve liberal kapitalist anlayışın ulusaşırı akışkanlığında en önemli unsur çokuluslu şirketler olmuştur. Öyle ki, hızla homojenleşen mevcut dünyada bu şirketler başat aktör haline gelmiş ve Hegel’in deyimiyle: “Devlet, şirketlerin sınırlarının bittiği yerden başlar” hale gelmiştir. Uluslarüstü şirketler maharetiyle küreselleşmenin en önemli varlık sebebi ve birinci halkasını oluşturan ekonomik küreselleşmenin akabinde doğal olarak da kültürel küreselleşme halkası gelmektedir. Tarihçi Walter LaFeber küreselleşmenin lokomotifi olan uluslarüstü şirketler için, “bunlar bir toplumda satın alma alışkanlıklarını değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda bizatihi toplumu meydana getiren yapıyı da değişime uğratır” demektedir. Nitekim Amerikan tarzı tüketim, küreselleşme, metakuram, modern ve postmodern toplumsal kuram üzerine çalışmaları olan sosyolog George Ritzer bu durumu toplumun McDonald’slaştırılması olarak özetlemiştir. Toplumun McDonald’slaştırılması, yemek kültürünün akılcılaşmasıyla ve oluşturulan biçimsel fenomenin bütün dünyayı kapsayacak şekilde yaygınlaşmasıyla oluşmuştur. Bu sistemde önemli olan, akılcı yemek kültürünün yaygın ve yeni bir gelenek haline gelmesidir. Yoksa Türkiye’de menüye ayran eklenmesi, Fransa’da içecek olarak şarap verilmesi ya da Hindistan’da inek eti yerine koyun eti kullanılması değildir elbette. Bu projeksiyonla bakıldığında tüketim alışkanlıklarının neredeyse bütün dünyada homojenleşmesi ve farklı coğrafyalardaki insan topluluklarının birbirine benzer yaşam tarzlarının oluştuğunu göstermesi bakımından Ritzer’in McDonald’s metaforu önemli bir örnekliktir.

     Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki; “düşünmeden tüket” “tüketerek mutlu yaşa” “kullan at” ya da “anında tüket”(fast food) diskurları üzerinden toplumlara nüfuz eden, dayatılan küresel tüketim kültürü, kadim yerel değerleri erozyona uğratarak ve kimliksizleştirerek, hız kesmeden yoluna devam etmektedir. Alış veriş merkezleri(AVM) Postmodern Tüketim Tapınaklarına dönüşürken, bu fantezi saraylarının yaratıcı gösterileri tarafından büyülenen insanlar, alışverişe sadece ihtiyaçları olduğu için giden ve etkin bir şekilde pazarlık yapanlardan, satın almadan metaların arasında saatlerce ve “özgürce” vakit geçiren, sabit fiyatların kabullenicileri haline dönüştü. Geleneksel dönemde zorunlu “ihtiyaç” kavramı üzerine kurulu olan tüketim, geç modern veya postmodern dönemde “arzu” ve “istek” kavramlarına dayalı olmaya başlamıştır. Böylece, tüketim rasyonel karakterlerini kaybetmiş ve bazı deneysel ve irrasyonel karakterler üstlenmiştir. En gencinden en yaşlısına insanlar, tüketim faaliyetlerini toplumsal konumlarını ve kimliklerini belirlemede kullanmaya başlamışlar ve tüketim bir nevi sosyal aktiviteye dönüşmüştür. Kendi kültürel kimliğiyle var olmanın değil, her şeye sahip olmanın evrenselleştirildiği, bireylerin yalnızca üretim ve tüketimleriyle tanımlandıkları postmodern zamanlara evrilmiş durumdayız. Haz ve hız çağınının insanı merkezine aldığı bir dönemden -içine düşülen hali hiç sorgulamadan ve umarsızca- geçiyoruz. Kimliklerimizin, kişiliklerimizin giydiğimiz kıyafetlerin markaları üzerinden şekillendiği, kullandığımız araç markalarıyla iş ve aşkta başarılı olunabileceğine varana değin yoğun bir medya bombardımanı altında olmamız aslında karşı karşıya kaldığımız sorunun ne denli büyük olduğunu gözler önüne sermektedir. Yeri gelmişken, son zamanlarda özellikle Arap ve Ortadoğu ülkelerinde büyük rağbet görerek pazar bulması ve “milli” gelirimize “döviz” kazandıran sözde Türk dizilerine kısaca göndermede bulunmamız gerekir. Bu dizilerin bu kadar yoğun ilgi görmesi, bu coğrafyanın kadim medeniyetini yansıttığından ya da Türk İslam geleneğinden izler taşıdığından değil; Hollywood yapımı Dallas, Yalan Rüzgârı tarzı dizileri aratmadığından ve bunun yanında sosyal psikoloji açısından; Batı’dan olmasındansa bizden olsun mantığıyla daha kolay kabullenebilirlik dürtüsü ve refleksiyle popüler tüketim malzemesine dönüştüğünden kaynaklanmaktadır. Her alanda; malların, zamanın ve mekânın tüketiminde adeta histeriye dönüşen bu tüketim kültürünün geldiği son noktayı ortaya koyma açısından David Fincher’in “Dövüş Kulübü” filmindeki şu cümle oldukça yakıcı bir öneme sahiptir: “Sahip olduğun şeyler, sonunda sana sahip olmaya başlar.”

     Küreselleşme, her ne kadar Berlin duvarının yıkılmasında etkin bir rol oynamışsa da insanları bireyselleştirerek yurtsuzlaştırdığı, köksüzleştirdiği için, kendi toplumunun öz değerleriyle arasına yüksek duvarlar örmeye başlamış ve dış dünyaya “Windows” içinden bakmamız gerektiğini sürekli empoze eder hale gelmiştir. Örneğin bu savrulmuşluklar içinde sosyal dayanışma kültürü açısından oldukça önemli ve geleneğimizde var olan “komşusu aç iken, kendisi tok olan bizden değildir” düsturu unutulmaya yüz tutmuş, toplumsal refahı paylaşmak yerine bireysel refah ve rekabet öncelenmiş, gelir düzeyi ve sosyal statülerin değişmesiyle değişen sosyal yaşam, sosyal çevreyi de değiştirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da mekânsal geçişler yaşanarak komşuları içinde fakir olmayan semtlerde yeni yaşam biçimlerine entegrasyonlar yaşanmaya devam etmektedir. Hatta bu yeni mekânlarda mümkünse yüksek korunaklı duvarlar ve adeta askeri nizamiye kapısını aratmayan yüksek güvenlikli kapılar arkasında, “muhkem şatolara” yerleşilerek dış dünyayla sosyal bağlar koparılmış, algılar kapatılmıştır. Bu postmodern zamanlarda yardımlaşma ve paylaşma geleneği, Sivil Toplum Kuruluşları(STK) vasıtasıyla yapılmaya başlanmış, ihtiyaç sahiplerinin ruh hallerine ve yüzündeki sevince dahi ortak olunamaz hale gelinmiştir. Burada kastettiğimiz ya da eleştirdiğimiz şey, elbette STK’lar değil; insan insana olan ilişkilerin mekanik hale gelmesidir. Küresel çağda insanî ilişkiler ve duygular o denli seküler bir hâl adı ki, eskiden çocuklarımıza hep şöyle derdik: “Tabağındaki yemeği bitir; dünyada bunu bulamayan birçok aç insan var.” Artık adeta şunu söylüyoruz: “Dersine iyi çalış, ödevini bitir, yapacağın işe göz dikmiş pek çok insan var dünyada” Az önce de değindiğimiz gibi tamamen piyasa rekabetine dayalı haz ve hız paritesi, toplumları; insanlığımızı ontolojik sorgulamalara fırsat bırakmadan ve “insan insanın kurdudur” felsefesiyle hareket alanı sağlayan bir pozisyona doğru sürüklenmektedir. Bu bize postmodern çağın aslında özeti olan Çin’deki bir Amerikan otomotiv fabrikasındaki şu deyişi hatırlatmaktadır: “Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır. Ceylan en hızlı koşan arslandan daha hızlı koşması gerektiğini, yoksa öldürüleceğini bilir. Afrika’da her sabah bir arslan uyanır. Arslan en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini, yoksa aç kalacağını bilir. İster arslan olun, ister ceylan. Güneş doğduğunda koşmaya başlayın.”

     Yıllar önce TV’de bir mobilya firmasının reklamı dikkatimi çekmiş ve ürpermiştim. Reklamda bir ailenin yeni aldığı anlaşılan koltuk takımı üzerindeki çaylı sohbetleri esnasında babanın elindeki çayın kendi üzerine ve oturduğu koltuğa dökülmesiyle eşinin ve çocuklarının kaygı ve telaş içinde koltuğa bir şey olup olmadığına bakmaları, bunun yanında babanın acı içinde, iğreti bir durumda kalakalması, insanın “şeyleştirilmesi”ne, sahip olunanların sonunda bize sahip olmasına örnek teşkil edecek trajikomik bir fenomen olarak hafızamda tazeliğini korumaktadır.

     Sonuç olarak belirtmemiz gereken; içinde bulunduğumuz ve dışına çıkmanın imkânsız göründüğü küreselleşme çağında toplumları ve bireyleri bekleyen en önemli sınav; bir tür kimlik, yurt ve aidiyet duygusunu korumak ile küreselleşme arasında dengeyi sağlamak için sağlıklı bir duruş kazanmak gerekmektedir. Eğer bu denge kurulmazsa her açıdan seküler, bireyselci ve tektipleştirici küresel hegemonyanın girdabında metalaşan birer varlık haline dönüşmenin önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır. Ve kendimize şunu soralım: “Küresel çağda arslan ya da ceylan olmak zorunda mıyız?”

Okunma 3466 defa Son Düzenlenme Çarşamba, 28 Ekim 2015 14:18
Hüseyin Caner AKKURT

Araştırmacı-Yazar

Yorum eklemek için giriş yapın