300 Spartalı’nın Yapamadığını Yapmak
Roosevelt, 1943 yılında İngiltere’nin ABD büyükelçisi Lord Halifax’e Ortadoğu haritasını göstererek: “İran petrolü sizindir. Irak ve Kuveyt petrollerini paylaşıyoruz. Suudi Arabistan petrolü ise bizimdir” demiştir. Aslında son dönemde hayata geçirilmeye çalışılan İran- Batı yakınlaşması; 1940’larda yapılan paylaşımlara tekrar geri dönülmesi anlamını taşımaktadır. 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi sonrası Batı ve İran ilişkileri her ne kadar Soğuk Savaş refleksi içinde devam etmiş olsa da 1986’da açığa çıkan “İrangate” olayı reel politikte Batı’nın İran’la “kazan kazan” ilişkilerinin hasıraltından devam ettiğini deşifre etmişti.
Son dönemde gerek İran, gerekse ABD ve İngiltere, her biri kendi çıkarları doğrultusunda İran’ı küresel jeoekonomik ağın içine dâhil etmenin, enerji yolları stratejisi için hayati bir durum olduğu gerçeğinden hareketle adım atma gereği duydular. Bunun yanında Batı, gelişen ve değişen bölge dengelerinde İran’ı “yeni salıncak ülke” konumunda jeopolitik, jeokültürel bölgesel aktör olma gücünü yeniden elde etmesinin önünü açmış oldu. Bilindiği gibi uzmanlar uluslararası sistemdeki konjonktürel değişken yaklaşımları nedeniyle bu nevi ülkeleri “salıncak ülke” olarak tanımlarken, bu ülkelerin kazanılmasının yeni dünya düzeninin geleceğini güvene alma açısından önemli bulurlar. ABD’nin yeni bir gelecek konseptine geçtiği muhakkak. Buna göre ABD, küresel konumunu sürdürebilmek ve uluslararası sistemi ayakta tutmak için farklı manevraları farklı bölgelerde hayata geçirdiği bilinmektedir. Bu süreçte İran’ı oyunun içine katma girişimlerini de böyle okuyabiliriz. Yakın geçmişte olduğu gibi, gelecekte de kültürel, etnik, mezhepsel bölge dengelerini ABD’nin dizayn etme çabalarını görmezden gelemeyiz. Her ne kadar önceleri uygulanan ve süreç içinde kendi varlık dinamiklerine zarar veren “gun boat” diplomasisinden vazgeçilse de ABD’nin, yeni paradigmalarla her zaman küresel jeopolitik güç piramidinde en tepede olmayı amaçladığı bilinen bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
İran’ı küresel oyunun içine katarak oyun dışında kural tanımayan aktör olmasının önüne geçilmesinin yanında enerji politikalarını da kontrol altında tutmak Batı hegemonyası için ideal olarak görünmektedir. Mesela Avrupa’nın mahkûm olduğu Rus petrol ve doğalgazına karşı İran petrol ve doğalgazını kendi piyasalarına yine kendi elleriyle sürmeleri Batılı müttefikler için elde edecekleri önemli bir kazanım ve stratejidir. Ortadoğu’nun ve Asya’nın kendi bağımsızlıklarını kendilerine özgün metodolojilerle geliştirmek için yeni parametreler oluşturmasını başta ABD ve İngiltere olmak üzere, bütün Batılı küresel egemenler kümülatif etki noktasında tehlikeli bulmuşlardır. Türkiye, Çin, Malezya, Endonezya, Hindistan, vs. hatta Rusya’nın da dâhil olduğu, içeriğinde askeri, siyasi, ekonomik kültürel halkaları olan küresel iktidar dağılımının Doğu’ya doğru kayma riski, küresel zinciri elinde bulunduran güçleri yeterince huzursuz etmiş ve bu bağlamda uzun vadeli projeler geliştirilirken bir taraftan da günü kurtarma saikiyle siyasi istikrarsızlıkları, mezhebi ve etnik çatışmaları Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da körükleyecek -en yakın örneğiyle PKK gibi DAİŞ ve Boko Haram gibi- sekter projeleri hayata geçirmekten geri durmamışlardır. Yeni dönemde Irak ve Afganistan’ın işgaliyle başlayan “savaşı düşman topraklarına taşımak” diye adlandırılabilecek bir stratejiyle bölge ülkeleri istikrarsızlaştırılmaktadır.(Bu tür sekter yapıların hayat bulmasında İslam dünyasının günahları ve zaafları ayrı bir analiz ve tartışma konusu olduğu için burada değinmeye gerek görmüyorum.)
Küresel Batı hegemonyasında düşman tanımı ve sahası, konjonktürel çıkarlar doğrultusunda her an değişebilmektedir. Çıkarlarıyla çelişmediği sürece bir coğrafyanın siyasi, dini, kültürel pozisyonları ileride yine kendi çıkarları doğrultusunda tedavüle sokulmak kaydıyla arkalanabilmektedir. Soğuk Savaş döneminde Ruslarla mücadele eden Afganlılar Batı resmi makamlarında ve medyasında "Mujahid” olarak telaffuz edilirken ve hatta bu savaşçılara her türlü lojistik destek sağlanırken, ABD’nin Afganistan’ı işgali sonrasında işgale direnen Afganlılar birden bire terörist olarak anılmaya başlanmıştır.
Başka ve daha çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; Japonya ve Batı ilişkileri gösterilebilir. Bilindiği gibi 1905 Rus-Japon Savaşı sonrası Japonya’nın Batı’ya karşı zaferi olarak Doğu ülkelerinde ve Asya’da yankı bulmuştur. Fakat ne var ki Japonya, 1945’te Asya’yı Batı egemenliğinden tamamen kurtarmak için ABD ile girdiği savaşta Hiroşima ve Nagasaki üzerine atom bombası atılmasıyla telafisi mümkün olmayan bir sonuçla mutlak bir mağlubiyet söz konusu olmuştur. Japonya’nın zaferi Batı’ya karşı zafer olarak algılandığından söz konusu olan Rusya da olsa Batı ilginç bir şekilde ve rövanşist bir refleksle 1905’in intikamını almış oluyor, jeostratejik bölgelerde Batı hegemonyasını Amerikan askerî himayesiyle yeniden hissettirmiş ve benimsetmiş oluyordu.
Batılı devletlerin nükleer müzakereler konusunda İran’la anlaşmış olması ve sonrasındaki gelişmelerden bu anlaşmanın evlilikle devam edeceğini öngörmek ve Batı cephesinde aslında değişen bir şey olmadığını anlamak zor olmasa gerektir. Bölgesel boyuttan bakıldığında ise, bölgede gözden çıkarılamayacak ve hafife alınamayacak kadar önemli, köklü kadim kültürü olan, gerek Pers İmparatorluğu ve gerekse İslamiyet’i kabullerinden sonraki İslam medeniyet havzasında jeokültürel konumunu muhafaza etmeyi başaran, aynı zamanda uzun zamandır siyasi sersemlik içinde olduğunun da farkına varmış bir İran’la karşı karşıyayız. İran’ı önümüzdeki zamanlarda kaçak dövüşmeyen, enerji ve finans politikalarını küresel ölçeklere çıkarması muhtemel bir strateji içinde görebiliriz. Batı’nın bölgedeki huysuz çocuğu İsrail’in İran’a yönelik uğraşları, planları Batı tarafından çoktan boşa çıkarılmış durumda. Ortadoğu’da Batı’nın öteleyemeyeceği ve vazgeçemeyeceği jeopolitik ortaklardan olan üç ülkeden biri İran’dır. Fakat bu üç içinde İsrail’in olmadığının bilinmesi gerekir. Yani yakın gelecekte ya İsrail normalleşerek oyuna dâhil olacak ya da Batı tarafından saha dışına atılmayı kabullenecektir.
Türkiye dış politikada İran ile yakın ilişkilerini tahriklere kapılmadan geliştirmeye ve güçlendirmeye devam etmelidir. Küresel politik uyanışın kendi politik gelecekleri açısından mahsurlarını ve risklerini fark eden Batılı yönetimler ve entelijansya nüfuz alanlarındaki bölgelerde mezhepsel, dini, etnik çatışmaları kontrollü olarak sürdürmeyi kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için daha uygulanabilir bulduklarından bölgesel terör enstrümanlarını tedavülde tutmaya devam etmektedirler. Bu bilinirken Türkiye açısından yeni düşmanlar üretmek yerine bölgesel jeopolitik ortaklıklar arttırılmalı ve süratle güçlendirilmelidir.
Bir kez daha görülmüştür ki, neo-liberal Batı emperyalizmi nehirde boğulmak üzere olanı kurtarıp, kıyıda tecavüze yeltenme huyundan vazgeçmiş değildir. ABD, intikam ateşini kurgusal olarak Perslere kadar götürerek İran karşıtı propaganda ve çarpıtma yüklü, Hollywood yapımı “300 Spartalı” ile yenemediği İran’a bir nevi softpower diplomasiyle boyun eğdirmiştir. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif bu anlaşmayı kendileri açısından “kazan kazan” süreci olduğunu söylese de bu kritik eşikte en çok kazanan yine Batı olmuştur. Ezoterik “Pers Ateşi” yakın gelecekte; Ortadoğu'da ve küresel ekopolitikte petrol ve doğalgaz üzerinden sönmeyen ateş mi olacak, yoksa bölge dengeleri ve huzuru açısından bir türlü düşmeyen sıtma ateşine mi dönüşecek hep birlikte göreceğiz.