Tarihsel kimlik bilincinin bu süreç içinde, katmanlaşmasının ve belirgin bir biçim almasının sonucu olarak, içe kapanmacı, sekter ve primitif olmayan, süreklilik arz eden bir stratejik zihniyet geleneği oluşması gerekir. Zihniyet ile strateji arasındaki ilişki, coğrafi verilere dayalı mekan algılaması ile tarih bilincine dayalı zaman algılamasının kesişim alanında ortaya çıkar. Farklı toplumların, farklı stratejik bakış açılarına sahip olmaları, aslında bu mekan ve zaman boyutlarına dayanan farklı dünya algılamalarının ürünüdür. Yani, fiziksel mekan idrakinin değişmesi demek olan bu algı, bu açıdan değerlendirildiğinde, zaman ve mekan algısıyla ve tarihsel hafıza şuurunun bir araya getirilmesidir. Osmanlı’da geçmişi kuşatan kadim medeniyet kavramı ve geleceği belirleyeceği iddiasını taşıyan “Devlet-i ebed Müddet” mülahazasıyla, Tarık bin Ziyad’ın İspanya’ya çıkmasından sonra gemileri yakması arasında aynı bilinç algılaması yatmaktadır. Keza kökleri Sokrates’e dayanan ve Büyük İskender’le şekillenen “şehirden daha büyük ölçeğe geçildiyse, o ölçeğin içini yani daha büyük bir düzenin içini doldurmak gerekir” demek olan “Stoacı” anlayış, ayak bastığı coğrafyalarda kadim eski medeniyet havzasıyla, yeni gelen idarenin birbiriyle etkileşim kurması sonucu bir sinerji oluşturarak yeni bir yönetim ortaya çıkmıştır.
Bütün bu örnekler, büyük ve kapsamlı düzene; organik yapıdan mekanik yapıya geçişte insanların varoluşlarına bir anlam yüklemeye çalışarak kendilerini bağlayan sınır kavramını aşarak, ön-hat ve ufuk açması; böylelikle yeni bir medeniyet oluşturma çabası olarak okunabilir. Temel dinamiklerimizi bu çerçevede ele alırsak, görünüşte AK Parti-Fethullah Gülen Cemaati çatışması şeklinde lanse edilen, MİT ,Emniyet ve Yargı erklerinin de bu eksen üzerinden birbirlerine pozisyon aldıkları öngörüsünün hiç de vitrindeki gibi olmadığını idrak edebiliriz. Amacın ne olduğunu yeniden şekillenen Türk dış politikası bağlamında geriye yönelik olarak okumaya ve açmaya çalıştığımızda, flulaşan durumun netlik kazandığını görürüz. Ahmet Davutoğlu; 2002’den beri AK Parti hükümetinin dış politikada büyük bir restorasyon dönemi içinde olduğunu, bazı reflekslerinin Abdülhamit, bazılarının İttihat ve Terakki, bazılarının Atatürk, bazılarının İnönü dönemini yansıttığını, hepsini bir kalıba sokmanın yanlış olduğunu belirtmişti.(26-Aralık-2010/Sabah G.)
Bu açıdan baktığımızda ön hat ve ufuk oluşturma açısından Hakan Fidan da tıpkı Ahmet Davutoğlu gibi standart bürokrat kalıbına sığmayan bir vizyona sahip.2003’te Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığına(TİKA) getirildiğinde, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından Türk Cumhuriyetlerinin yeniden yapılanma, uyum ve kalkınma ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla rahmetli Özal’ın iradesi ve desteğiyle 1992’de kurulan TİKA ,diğer devlet kurumlarında olduğu gibi zamanla hantallaşmış, güç ve kabiliyeti oldukça sınırlı hale gelmiş klasik bir kurum halindeydi. Hakan Fidan’ın cesaretli girişimleriyle TİKA, dış politikanın etkili enstrümanlarından biri haline geldi. Ukrayna’dan Filistin’e kadar 26 farklı yerde faaliyet alanlarını genişleterek sürdüren yeni yapılanma, sınır algılarını ortadan kaldırdı. Bu yetmezmiş gibi 2007’de Türkiye’nin jeokültürel konumunu güçlendirme açısından, bugün Belarus’tan Yemen’e, Moğolistan’dan Lübnan’a faaliyet gösteren Yunus Emre Vakfı’nın kurulmasına öncülük etmiştir.
Dış politikayla ilgili bütün bu projeler AK Parti iktidarıyla adeta siyaset okuluna dönen devlet mutfağında maharetli bürokratlar eliyle kinetik hale gelerek şekillendi. Küresel ve bölgesel aktörler ve figüranlar bu bağlamda sınır tanımayan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni elbette içlerine sindirememektedirler. 2011seçimlerinden sonra Başbakan’ın Türkiye vatandaşlarıyla sınırlı kalmayan, tüm bölge ülkelerinin halklarına ve devletlerine karşı yaptığı konuşma tam da “Stoacı Tepki” olarak anlamlandırılacak bir tavır sergiliyordu.
Hakan Fidan’ın da 2012 Ocak ayında MİT-medya buluşmasında MİT’in misyonu ve vizyonu açısından “teşkilatımız bölgenin yıldızı durumundadır, yakın gelecekte küresel yıldız olacaktır…” şeklinde sarf ettiği sözler mesaj açısından oldukça manidardır. Türkiye’nin kendi açısından ve küresel rakipleri açısından dünyayı, özellikle de bulunduğu kültür ve medeniyet havzalarını; adeta hafıza yenileme diyebileceğimiz, coğrafyayı düzleştirme çabaları ve küresel oyun kurucu role soyunması, elbette küresel ölçekteki bir çok oyuncuyu fazlasıyla rahatsız etti. Küresel aktörler Gülen Cemaati’nin yurt dışındaki Türk okullarını mı daha rahat kontrol altına alabilir? Yoksa okulları aşan, hatta önüne geçen ve devlet iradesiyle şekillenen kadim medeniyetinin izlerini taşıyan, kalıcı imzalar atan, her kulvarda at koşturan kapsamlı ve köklü bir devlet projesini mi? Düşmanlar ve rakipler açısından tarihi referansları ve hafızasıyla dolu bir bagaja sahip bir Türk dış politikası, kolay hazmedilebilir bir şey değil elbette. Bu çerçevede MİT’in de dış politikadan ayrı değerlendirilemeyeceği herkesin malumu. Hal böyle olunca pozisyon ve strateji değişikliğine giden, kararlı bir MİT Müsteşarını tasfiye ve “Ustalık” dönemine geçtiğini beyan eden AK Partiyi törpüleme operasyonu; sözde meşru gerekçelerin altı beslenerek ABD merkezli neo-con ve siyonist lobiler marifetiyle Fethullah Gülen Cemaati üzerinden yapılmaya çalışılmıştır.10 Şubat 2012’de İhsan Yılmaz’ın Todays Zaman’da kaleme aldığı yazıda hükümetin “Hizmet” tarafından eleştirilen politikaları açıkça dile getirilmiştir.Bunlar kısaca şöyle sıralanmıştır: “İran’ın nükleer bomba elde etme olasılığına yönelik toleranslı politikası,İsrail’le faydasız bir kavga içine girilmesi, Mavi Marmara olayı, iflas eden Kürt açılımı, Başbakan’ın gazetecilerle giriştiği boş kavga, Ergenekon örgütlenmesinin üzerine gitmede tereddütlü ve isteksiz davranılması…” Eğer bu farklılaşma önceden başkaları tarafından da biliniyorsa,- ki bilinmemesi imkansız- bu ihtilafı iyi analiz ederek küresel aktörlerin Gülen Cemaati üzerinden Hakan Fidan’ı tasfiye, dolayısıyla da Türk dış politikasını etkisizleştirme çabaları olarak okumak gerekir. Bu noktadan sonra gemilerin yakıldığı bu tarihi dönemeçte, yani tekrar tarihe girme evresinde hiç kimse, Diyojen’in Büyük İskender’e “gölge etme başka ihsan istemem” yani, “senin küresel düzenin, benim mikro ama anlamlı dünyamı rahatsız etmesin” tarzında “sinik tepki” modeline dönmemelidir, dönemez. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Türk askerinin Afganistan’daki varlığını sorgulamalıyız” söyleminin Diyojen’in söyleminden farkı var mıdır? Mevcut düzenlerin tasfiye ve yeniden inşa sürecine girdiği ve tartışıldığı bir dönemde, yeni düşünceleri; ancak ve ancak, var olan paradigmanın sınırlarını zorlayarak ve onun dışına çıkarak üretebiliriz. Ahmet Davutoğlu’nun dediği gibi: “Stratejik zihniyet bir varoluş iddiasına dayanmadıkça edilgenlikten kurtulabilmek mümkün değildir. Bunun içindir ki, stratejik zihniyeti oturmuş olan ve bu zihniyeti değişen şartlara göre yeni kavramlar, araçlar ve formlar ile yeniden üretebilen toplumlar uluslararası güç parametrelerine de ağırlık koyabilme kabiliyeti kazanırlar.”(Stratejik Derinlik-A. Davutoğlu-Küre Yayınları-2010)