Eski Dünyaya Yeni Kategoriler
Soğuk Savaş sırasında dünyadaki “Doğu-Batı” şeklindeki siyasî-askerî kutuplaşma, liberal ve komünist sistemler temelli ideolojik mahiyetteydi. Fakat komünist cenahta uzun yıllar önce başlayan muhalif aydın hareketi, çok geniş kitlelerce kabul edilir olmuştu. O muhalefet, 1985 yılında SSCB Genel Sekreteri olan Mihail Gorbaçov’un yüzüne karşı bile sesini yükseltiyordu. Bunun üzerine, önce Gorbaçov’un dünyaya yeni bir düzen teklifi ve ABD’den karşı görüşler konulması süreci başladı. İşin bir ilginç tarafı da, o görüşlerin kitaplaştırılarak dünya kamuoyunun dikkatine sunulmasıydı. Adeta açık bir pazarlıktı yapılan. Kitaplarla görüş teatisini Gorbaçov başlattı.
Gorbaçov, “Glasnost –Asıl Neyi İstiyorum?” isimli kitabıyla“Glasnost ve Perestroika” (Açıklık ve Yeniden Yapılanma) başlattığını ve sistemi Batılı manada demokratikleştireceğini duyurdu. Sınırları içinde bulunan Yahudilere güvence vermeyi de ihmal etmeyen Genel Sekreter, kitabında sadece demokratikleşmekten bahsetmiyor, “Avrupa’daki evimiz” ifadesiyle Avrupa ile bütünleşmekten de bahsediyordu. Ayrıca SSCB’de Uralların doğusundaki Müslüman halkları, NATO’da ise ABD’yi dışlama sinyali verecek şekilde, “Atlantik’ten Urallara kadar” bir Avrupa’dan da söz ediyor; o bütünleşmenin “tinsel anlamda son derece yüksek bir tarihsel, kültürel kategori” olacağını ileri sürüyordu [1].
“Hür dünyanın lideri” konumunda görülen ABD’deki hâkim çevreler, bu durumdan tedirginlik duydular. Gorbaçov’un o duyurularının ardından, ABD’nin eski başkan yardımcılarından siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski, “Büyük Çöküş” isimli bir kitap yazdı. Brzezinski, Varşova Paktı’nda yer almış olan Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Topluluğuna katılmalarını, bazı şartları yerine getirmeleri kaydıyla kabulleniyordu. SSCB ülkelerinin ise, bir tanesinin bile fire vermeden Rusya ile birlikte “Avrasya Cumhuriyetler Birliği” adı altında toplanmalarını telkin ediyordu [2].
1989 yılında Varşova Paktı dağıldığında, ABD’li siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir makalesi yayınlandı. 1990 yılında komünist sistem tamamen çöktü, 1991 yılında ise SSCB dağıldı. Fukuyama da Hegel ve Kojéve’nin görüşleri üzerine temellendirdiği tezini, bir kitap hâlinde yayınladı. Ancak makalesindeki, “Tarihin Sonu mu?” şeklindeki tereddütlü başlık yerine, kitabında daha kesinlik ifade eden, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” başlığını kullandı. İlan ettiği sonuç, “Protestan ahlakı” olan kapitalizmin zaferiydi [3].
O ifade, ABD önderliğindeki liberal ekonominin zaferini ilan ediyorsa da; artık mücadele edecek bir düşman kalmadığı anlamına da gelebiliyor olmakla, ABD’nin uluslararası arenada hiçbir öneminin kalmadığı şeklinde yorumlanmaya müsaitti. Bu yüzden ABD içinden bazı tepkiler gördü. En etkili tepki de, ABD’nin eski başkanlarından Richard Nixon’dan geldi. Nixon, 1992 yılında yayınlanan “Zamanı Yakalamak – Amerika’nın Dünyaya Meydan Okuması” adlı kitabıyla ABD’nin dünyada mücadele edeceği daha çok güçler olduğunu söylüyordu. Gerekirse savaşılacak kesimler arasında elinde nükleer silah bulunduran az gelişmiş ülkeleri ve Müslüman dünyasındaki dinî radikalleri sayan Nixon, Müslüman nüfusun artış hızını da vurgulayarak Amerika’nın Ortadoğu’da vazgeçemeyeceği iki değer olduğunu belirtiyor ve onlardan birini İsrail, diğerini ise petrol diye gösteriyor; hiçbir ABD başkanı ve Kongre üyesinin İsrail devletinin yok edilmesini kabullenemeyeceğini belirtiyordu. Bu gibi prensipleri ve askerî-ekonomik gücü itibariyle, liderlik bakımından Amerika’nın yerini hiçbir devletin alamayacağını söyleyerek Gorbaçov’un “Atlantik’ten Urallara Avrupa” projesine de, ABD tecrit edildiği için şiddetle karşı çıkıyor ve Amerika’nın dünya liderliğine devam etmesi gerektiğini ileri sürüyordu [4].
ABD’li bir başka siyaset bilimci olan Samuel P. Huntington da “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesinde, bundan sonra medeniyetler çatışması yaşanacağını bir “tahmin”(!) olarak ileri sürüyordu. O çatışmadaki kutupların ise, “Batı ve Batı dışındakiler” şeklinde olacağını ifade ediyordu. Huntington, o zamana kadar Batı ittifakında yer almamış olan Ortodoks Hıristiyanların da Batı’ya dâhil edilmesini teklif ediyor ama Ruslar için bazı tereddütler taşıdığını söylüyordu. Kesin olarak karşı taraf diye nitelendirdiği kesimi ise, “İslamî-Konfüçyen medeniyet” diye ifade ediyordu [5]. Görüldüğü gibi bu fikirdeki siyasî tasnif, tamamen dinî mahiyettedir.
Neticede Nixon’ın ifadelerinde ima yoluyla, Huntington’ın ifadesinde ise açıkça, İslam dünyası potansiyel bir tehlike hatta düşman olarak zikrediliyordu. Fakat ikna için sadece sözlü telkin yetmedi. İslam coğrafyasında Boko Haram, IŞID gibi her gün bir yenisi çık/arıl/an terör örgütlerinin medyada birer cinayet makinesi olarak yer alması da yetmedi. Zaten bir bilim dalı olan sosyal psikolojiye göre de başka etkenler lazımdı.
Bir Sosyal Psikoloji Deneyi
Yirminci asırda bile ABD’de revaçta olan ırkçı tutumda, en çok nefret edilenler arasında Çinliler de yer alıyordu (Huntington’ın yukarıda verilen çatışacak medeniyetler tezinde “İslam” ile birlikte “Konfüçyen” medeniyetin sayılmasına dikkat edin). LaPiere adında ABD’li bir araştırmacı, 1934 yılında yanına genç bir Çinli çifti alarak bütün eyaletlerde seyahate çıkar. O seyahat esnasında 66 otel ile 184 lokantaya girerler. Bu işletmelerden sadece bir tanesi onları içeri almaz. Diğerlerinde ise tatsız sayılabilecek bir davranışla karşılaşmazlar. Aynı araştırmacı, altı ay sonra aynı çifti yanına alarak aynı işletmelere tekrar uğramaya karar verir. Bu defa, önceki gidişlerini hiç belirtmeden, o işletmelerin hepsine birer mektup yazar. Mektubunda söyledikleri, bir Çinli aile ile birlikte geleceklerini bildirmek ve rezervasyon talep etmekten ibarettir. O işletmeler, daha önceki olumlu davranışlarının aksine bir tutum sergilerler: %92’si kesin ret cevabı verir, %7’si cevap vermez, sadece %1’i olumlu cevap vererek rezervasyon yapar [6].
Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Sosyal psikolojideki nefret duygusu, her durumda açığa çıkmamaktadır. Nefret duygusunu açığa çıkaracak bir müteharrik gerekmektedir. LaPiere’in rezervasyon talebinde belirttiği “Çinli aile” açıklaması, işte o görevi yapmıştır.
Deneye Uygun Saldırılar
Batı’da önemli bir kesimin Müslümanlara karşı da nefret duyduğu herkesçe malumdur. 11 Eylül 2001 günü ABD’de, 11 Mart 2004’te Madrid’de, 5 Temmuz 2005’te Londra’da yapılıp da bazı Müslümanlara isnat edilenler ile 7 Ocak 2015 günü Fransa’da yapılıp da bazı Müslümanlarca yapıldığı aşikâr olan saldırılar, o nefretin daha geniş kitlelere mal edilmesini sağladı. En azından Müslümanlar arasındaki el-Nusra, el-Şebab, Boko Haram, el-Kaide, IŞID gibi bazı şiddet/terör tercihli grupların varlığından duyulan endişeyi büyüttü. Çünkü onların İslam dünyasındaki cinayetlerini –belki biraz da memnuniyet duyarak- medyadan izlemek başkaydı, doğrudan Hıristiyan toplumun içinde görmek başkaydı.
Yukarıda anılan terör olaylarından ilki ABD’de diğerleri ise Avrupa’da dinli-dinsiz halk kitlelerinin duyarlılığını artırdı. Özellikle bazı analistlerce dağılma ihtimalinin güçlü olduğu söylenen AB ülkelerinde, “Biz Avrupa’yız” şeklinde sloganlar atıp pankartlar taşınması, o eylemlerin kimin işine yaradığını göstermeye yeterlidir.
Diğer yandan 11 Ocak 2015 günü Paris’te yapılan uluslararası resmî katılımlı terörü protesto yürüyüşünün, “İfade özgürlüğü ve kardeşlik” teması ile yapılmasında bir tutarsızlık olmuştur. Doğru tema, “Mukaddese saygı ve kardeşlik” olmalıydı. Bir toplumun mukaddesatına saygı gösterilmemesini, hatta alay edilmesini “ifade özgürlüğü” sayıp, sonra da o toplumla kardeşlikten bahsedilmesi, tutarsızlık değilse nedir?
Müslümanlara gelince…
Şüphesiz ki, birilerinin Hz. Muhammed (s.a.s)’i karikatürize etmesi, Müslümanlar için tepki gösterilmeyecek bir “ifade özgürlüğü” değildir. Fakat birkaç densizin işgüzarlığı, bütün halkı dehşete düşürecek ölçüde bir teröre dayanak yapılamazdı.
Mukaddesata dil uzatmak ve terör. Her ikisi de modernitenin ürünü.
Hangisi daha kötü?
Ne birini aklamak mümkün, ne diğerini. Hele büyük bilgin Nasrettin Hoca’nın, her iki tarafa da “sen de haklısın” dediği gibi, tarafların gururunu okşayacak şekilde her ikisinin de haklı tarafını gösterip, haksız tarafından dâhice vazgeçirtmek hiç mümkün değil. Çünkü her ikisi de baştan aşağı haksız.
En makulü, Müslüman dünyasındaki medenî sivil toplum kuruluşlarının, o gibi dergileri protesto mesajları yayınlaması, gazetelere ilanlar vermesi, Batılı halk kesimlerini de o yönde dayanışmaya çağırması, resmî-gayri resmî yetkililere müracaat ederek, mukaddesata saygının ısrarlı talepçisi olmasıydı. O faaliyetlerle, Batı’da oldukça önemli bir kamuoyu desteği alınabilirdi. Öyle bir faaliyet olmadığı hâlde, olaydan sonra “mazlum” dergiyi kınayan, yürüyüşlerdeki pankartları eleştiren Batılılar da oldu. Onlardan biri, New York Times yazarı David Brooks’tur. Yürüyüşlerde Charlie Hebdo dergisinin ismine atıfla, “Ben Charlie’yim” yazılı pankartlar taşınmıştı. Brooks, 9 Ocak günkü yazısında, “Ben Charlie Hebdo Değilim” dedi ve “derginin saldırgan mizah anlayışına karşı saygı ve medeniyet ölçüleri”ni savundu [7].
Sonuç
Bu yazı, Batılı istihbarat örgütlerinin bazı komplolar düzenlediği şeklinde bir tezi savunuyor değildir. Fakat Ortadoğu’nun sosyal psikolojiyi inceleyen yazımızda yer alan, eski bir CIA başkanının açıkladığı “olayları yönlendirmek” faaliyetleri, elbette ki o türden komploları da düşündürtmelidir. Yazıda yer yer “yap/tır/mak” gibi ifadelerle her iki anlamı da vurgulamanın sebebi, o açıklama ve o yönde çok ciddi şüpheler olmasıdır.
Başlık ve muhtevasından da anlaşıldığı gibi, aslında bu yazı, oluş/turul/an sosyal psikolojilerle yaşanan olayların; Brzezinski, Nixon, Huntington ve Fukuyama gibi, başta ABD olmak üzere Batı politikalarındaki etkin şahıslar ile Bağımsız Devletler Topluluğunun en önemli lideri olan Putin’in arzuladıkları sonuçları sağlayacak mahiyette olduğu hakkındadır. Nitekim Putin, tıpkı yukarıda Brzezinski’nin kitabında tavsiye ettiği “Avrasya Birliği” yapılaşmasını, sanki kendi fikriymiş gibi ortaya atmış ve o fikre Türkiye dâhil çeşitli bölge ülkelerinden taraftar gruplar da bulmuştur.
Eski dünyanın egemenlerinin, yeni dünyayı da aralarında paylaştığı bu geçiş döneminde, İslam dünyasının bağrında filizlenmiş olan “İslam Birliği” arzusunun, dinli-dinsiz halk çoğunluğunun mutabakata varabileceği şekilde hâlâ projelendirilememiş olması ne hazindir. Fakat entelektüel seviyesi bir hayli yükselmiş olan şuurlu Müslümanların, öyle bir izahı ortaya koyup çoğunluğun mutabakatını sağlayabileceğini ümit etmek hiç de hayalcilik görülmemelidir. Yeter ki, çağımızdaki her projenin, sosyolojik bakımdan heterojen olan kitlelerin desteğine ciddi şekilde ihtiyacı olduğu idrak edilebilsin.
……………
KAYNAKÇA
[1] Gorbaçov, Mihail; Glasnost Asıl Neyi İstiyorum, Çev., Tuba Tarcan Çandar ve Ahmet Cemal, 5. Baskı, Dönemli Yayıncılık, İstanbul, 1988, ss. 41-179.
[2] Brzezinski, Zbigniew; Büyük Çöküş, Çev., Gül Keskil ve Gülsev Pakkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1990, ss. 230-233.
[3] Fukuyama, Francis; Tarihin Sonu ve Son İnsan, Çev., Zülfü Dicleli, Simavi Yayınları, İstanbul, t.y.
[4] Nixon, Richard; Zamanı Yakalamak Amerika Dünyaya Meydan Okuyor, Çev., Fatoş Dilber, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1992.
[5] Huntington, Samuel P.; “Medeniyetler Çatışması mı?”, Çev., Mustafa Çalık, Türkiye Günlüğü dergisi, S. 23, Yaz 1993.
[6] Arkonaç, Sibel A; Sosyal Psikoloji, 2. baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2001, s. 162.
[7] Brooks, David; “I Am Not Charlie Hebdo”, www.nytimes.com/2015/01/09/opinion/david-brooks-i-am-not-charlie-hebdo.html?partner=rssnyt&emc=rss&_r=0