Pazartesi, 22 Eylül 2014 00:00

Batının Bilinen Enstrümanları İflas mı Ediyor? (22 Eylül 2014)

Yazan
Öğeyi Oyla
(0 oy)

Türkiye’nin bölgede her şeyden önce İslam Medeniyet havzasının son kalesi olmasından da neşet eden tarihi derinliği ve tecrübesi, hem de jeokültürel, jeostratejik ve jeopolitik sağlam kodlarının oluşması ve özelikle de yeni inşa sürecindeki perspektifi bu oyunu görmüş ve bu kirli savaşta fiilen olmayacağını açıkça, çekincesiz bir şekilde tüm dünyaya deklare etmiştir.  Bu kararın, ucu belli olmayan çatışma ortamına girmeme noktasında elimizi güçlendirdiğini ve riski en aza indirdiğini söylemek mümkündür. 

Batının Bilinen Enstrümanları İflas mı Ediyor? 

     Neo-liberal küresel yaklaşım; devlet anlayışını şirketlerin sınırlarının bittiği yerden başlatır. Ancak belirtmeliyiz ki devletin ve hukukun egemen olmadığı bir piyasa, vahşi doğaya benzer ve böyle bir ortamda da El- Kaide, IŞİD  ve Boko Haram türü organizasyonlar oluşur ya da oluşturulur  ve sonuçta jeopolitik bir kaos kaçınılmazdır. Immanuel Wallerstein: “Jeopolitik kaos durumunda herkes için problem, kaosun beslediği üst seviyedeki endişeler ve yıkıcı aptallıkların hakimiyeti için sunduğu fırsatlardır.” der.

     ABD, Irak’tan çekilirken bilinçli bir stratejiyle, bölge parametreleri de gözetilerek mezhebi ağırlığı olan ve bunu ön plana çıkaran Maliki yönetimini başa getirerek kendince, Irak’a kontrol edilebilir bir boşluk ve gelecekte kaosa ve kargaşaya uygun, bölgesel istikrarsızlık yaratabilecek mafyatik bir düzen bıraktı. Irak’ta, ABD işgaliyle başlayan bir dışlanma zaten söz konusuydu. Maliki yönetimiyle Sünnilere yönelik bu dışlanma hız kesmeden aleni hale gelmeye başladı. Bugün anlam verilemeyen geleneksel, hatta tasavvufi Sünni aşiretlerin inançlarıyla tamamen zıt bir organizasyon olan IŞİD’e destek verme nedenlerini tam da bu noktada aramak gerekir. Bu projede unutulan, belki de bilerek teğet geçilen en önemli şey,  ümitsizlerin dışlanmalarının suça davetiye çıkaracağıydı. Bugün Nijerya’da Boko Haram etrafında ya da dünyanın farklı coğrafyalarında marjinalize bir şekilde terör odaklı öbekleşen kitlelerin de benzer dışlanmalarla yüz yüze bırakıldığını unutmamak gerekir.

     ABD’nin Irak’ta izlediği politikalarına tekrar dönecek olursak;  ABD, Irak’ta ikame ettiği bu devşirme yönetim sayesinde sözde “Sonsuz Özgürlük” ve demokrasi getireceği bölgelerde, kendince öngördüğü güvenlik ve enerji politikalarını daha rahat konsolide edeceğini düşündü.  Kuzey Irak’taki petrol kaynakları, her ne kadar 22 Mayıs 2003 tarihli 1483 Sayılı Güvenlik Konseyi Kararları ve Batılı şirketlerin eliyle kontrol altında olsa da, Bölgesel Kürt yönetimi kendi tasarrufunda hamleler yapmaya başladı. Nitekim başarılı da oldu. Türkiye üzerinden bölge petrolünü dünya pazarına akıtmaya başladı. İlişkilerinin giderek normalleştiği Türkiye ve Kürt yönetiminin muhtemel yol haritasından küresel hegemonya oldukça rahatsız oldu. Kaldı ki, yıllardır Türkiye Cumhuriyeti Devletine etkin olabileceği bölgede doğru dürüst nefes aldırmayan Kürt sorunu ve PKK konusunda istikrarlı ilerleyen çözüm sürecinin, tahminlerin ötesinde müspet ivme kaydettiği bir dönemde bırakın bunun sonuçlarını görmeyi, bunu düşünmeye bile tahammül edemediler.

     Finans kapitalizmi, değişmez kabul ettiği ekonomi, finans, üretim ve tüketim bağımlılığına karşı gelen herkesi cezalandırmak ister. Bunu yapmak için de “Demokrasi Haçlılarını” her dönemde öne sürmekten geri durmamıştır. Fakat bugün Irak’ta yeni bir taktik ve stratejiyle karşı karşıyayız. Yavaş yavaş ve derinden demlenerek vücuda getirilen IŞİD terörü, emperyalist strateji uzmanlarının yeni  projeksiyonlarıyla  yıllardır lojistik olarak altı beslendi. IŞİD marifetiyle bir taraftan Batı dünyasının yeniden hafızası tazelenerek İslamofobinin güncellemesi (update) yapıldı. Diğer taraftan “İslam’ın İslam’la çatışması fiilen gerçekleştirilerek, geçici fakat bir o kadar da yıkıcı ve yakıcı hamle olarak, “Neo- Moğolist” bir fenomen karşımıza çıkarıldı.

     Batılı hegemonya, “Medeniyetler Çatışması” diskuru yerine kendini güvende hissetmek ve kendine güvenli alanlar açmak için, İslam dünyasında mezhepsel çatışmaları körükleyecek, kolay ajite edeceği köksüz aktörleri sahaya sürmeyi daha yerinde ve kârlı bir yatırım olarak gördü ve hayata geçirdi. Bu hegemonya, İslam coğrafyasında farklı gelenek ve kültürlere ve etnik kimliklere sahip halkların arasına korku, kin, şiddet, güvensizlik, endişe ve nefret yerleştirmek ve bu açıdan hedef saptırmak için yegâne yol olarak gördüğü kendi kontrolü altındaki bu enstrümanları aslında ilk olarak kullanmıyor. 11 Eylül saldırılarında terörün Batıya yönelik yüzünü sahneye koyanlar bu kez marjinal İslam yorumlarının terörizmle özdeş tezahürlerini İslam dünyasına ötenazi yaptırmak için Müslüman toplumların iç bünyesine zerk etme peşindeler.

     Türkiye’nin bölgede her şeyden önce İslam Medeniyet havzasının son kalesi olmasından da neşet eden tarihi derinliği ve tecrübesi, hem de jeokültürel, jeostratejik ve jeopolitik sağlam kodlarının oluşması ve özelikle de yeni inşa sürecindeki perspektifi bu oyunu görmüş ve bu kirli savaşta fiilen olmayacağını açıkça, çekincesiz bir şekilde tüm dünyaya deklare etmiştir.  Bu kararın, ucu belli olmayan çatışma ortamına girmeme noktasında elimizi güçlendirdiğini ve riski en aza indirdiğini söylemek mümkündür. IŞİD’in elinde bulunan rehinelerimizin burnu bile kanamadan, MİT’in büyük bir istihbarat diplomasisi başarısıyla gerçekleştirdiği kurtarma operasyonu, aslında bölgedeki krizin “soft power” olarak da çözülebileceğini dünyaya göstermiş oldu. IŞİD’e karşı kurulacak Çekirdek Güç koalisyonunda olmamak için bahane kalmadı diye düşünenlerin tam tersi bu kurtarma operasyonu, sorunun alternatif çözümlerini de beraberinde getiren bir hadisedir. Türkiye’nin, dünya istihbarat tarihine geçecek nadir örneklerden biri olan bu enstrümanı yerinde kullanacağını düşünüyorum. Zira IŞİD türü yapılar bölgeden silahlı güçle bertaraf edilse bile bu palyatif çözümlerin akabinde yeni terörist yapılar otorite zayıflığı olan yerlerde tekrar tekrar varlık göstereceklerdir. Bu yüzden alternatif çözüm yolu olarak konstrüktif yaklaşım metotları mutlaka zorlanmalıdır. MİT’in ustaca yönetimiyle ortadan kalkan rehine krizinden sonra bölgede en etkin diplomasi yürütecek ve bölgeyi kalıcı çözüme götürecek tek ülke Türkiye olduğu bir safhaya geçilmiştir.

     Hatırlanacağı üzere küresel Evangelist ve Siyonist hegemonya 11 Eylül’de kendi halklarına “Pearl Harbor”ı defacto yaşatarak, işgal edeceği bölge ülkelerine de “ya bizimlesiniz ya teröristlerle” psikozuyla yeni kolonyalist stratejisini büyük bir ustalıkla kabullendirmişti. Şimdi ise yönetimleri, bölgedeki özellikle Sünni mezhebi çizgideki toplumları, uluslararası medya ve finans kuruluşları aracılığıyla bu oluşacak yeni sürece sürüklemeye çalışıyorlar.

     Kurgulanan bu yeni oyunun içine çekilerek süreç içinde itibarsızlaştırılmaya ve etkisizleştirilmeye çalışılan ana öznenin Türkiye olduğunun aslında herkes farkında. Bu yüzden süreç buraya kadar nasıl geldi sorusuna cevap aramak için meseleye Türkiye özelinden bakmamız gerekmektedir.

     7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle alevlenen fakat hazırlık safhasının, aslında Ergenekon ve Balyoz tutuklamalarıyla başladığı ortaya çıkan bir anafor yaşandı. Bu tutuklama ve yargı süreçleri jüristokratik vesayetin küresel hegemonya tarafından el değiştirilerek paralel yapıya devredilmesi ve bu yapıyı “check etme” süreciydi. Yani istedikleri gibi yoğuramadıklarını düşündükleri ve hükümet olmaktan öte devleti asli unsurlarına kavuşturmaya çalışan, bölgede ve dünyada oyun kurucu rol kapmaya çalışan bir iktidarı, Refah-Yol iktidarına benzer bir durumla sadece hükümet olma mesabesine indirmek, yok eğer olmuyorsa komple ortadan kaldırmak için binek değiştirme hamleleriydi. Taşeron paralel yapının Ak Parti iktidarına verdiği mesaj ve istediği şey net olarak “Siz hükümet olarak devam edin, biz ise devleti yönetelim” di. Bu mesajın dolaylı olarak ulaşması için dünyada birçok yerde denendiği şekliyle bir avuç vatansız komprador burjuvaziyle Gezi olayları sahneye sürüldü. Böyle bir metotla Türkiye’de hükümetin alaşağı edilemeyeceğini çok iyi bilen payanda paralel yapı soft bir zemin oluşturarak ileriye doğru yapılacak operasyonlar için ön almaya çalıştı. Nitekim Gezi olaylarından itibaren tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi uluslararası hâkim medya ve plütokrat kesim de hemen devreye girdi. Maksat, hem siyaseten hem de ekonomik düzlemde Ak Parti iktidarını zorda bırakarak uluslararası arenada boyun eğdirip hizaya sokmaktı. Gelişen olaylar zincirinde 17-25 Aralık hükümete karşı başlatılan oyunun başarısızlıkla sahnelendiği jüristokratik darbenin son perdesi oldu. Sayın Tayyip Erdoğan’ın: “Bu darbe girişimi şahsıma değil milli iradeye yapılmıştır.” Demesi de bundandır. Zaten yeni hükümete karşı uluslararası düzeyde özellikle de dış politikaya yönelik başlatılan “ahlaksızca ve alçakça” saldırılar, HSYK endeksli jüristokratik vesayet zincirinden beklentilerinin kalmadığını ortaya açıkça koymuştur. Ancak diğer enstrümanlar; yani finans, plütokrasi, medya, halâ uluslararası dolaşımını devam ettirmektedir. Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan son TÜSİAD toplantısında yaptığı konuşmada plütokrasi yanlılarına gerekli dersi vermiştir.

     IŞİD’le hükümeti ilişkilendirmeye çalışanlar diğer taraftan Suriye konusunda yanlarına bile uğramayan halet-i ruhiye içinde Türkiye’yi, IŞİD’le mücadele konusunda, ısrarla kamuoyu oluşturarak ve iktidarı biraz da kışkırtarak bu hercü mercin içine dâhil etmeye çalışmaktadırlar. Doğrusu, iktidarı zora sokma pahasına ülke ve millet menfaatini bu kadar örseleyen zamanlar, ancak eski Türkiye’de kalmış, haince reflekslere sahip zamanların ve zihniyetlerin tortularıdır.

    Sonuç olarak “Yeni Türkiye” adımları atılırken Ortadoğu da uzun bir zamandan beri yeniden dizayn edilmeye ve bölge daha küçük ölçekli devletçiklere dönüştürülmeye çalışılıyor. Yakın geçmişte bir benzerini Balkanlarda yaptılar. Bunun yapılmasındaki gaye, birbirleriyle az çok rakip olan, birbirleriyle çekişen fakat gerektiğinde birbirlerine karşı kullanılabilecek mikro devletlerin kurulmasıdır. Küresel neo-kolonyalist aklın yeni politikası; bölgesel güçlerin etkisizleştirilmesini, bu sayede de nüfus ağırlığının ve potansiyel zenginlik sağlayabilecek doğal kaynakların bölünerek daha rahat kontrol altına alınmasını sağlamaktır. Amaç ne olursa olsun Türkiye’nin IŞİD’e karşı “Sünni Çekirdek Güç” olarak adlandırılan bumerang çemberine karşı temkinli yaklaşımını, bütün iç ve dış manipülasyonlara rağmen kararlılıkla sürdürmelidir. Türkiye’yi, sonunun kestirilemediği bu kaotik ortama ve kirli savaşa hiçbir ayak oyunu dâhil edemeyecektir..  Hiç bir aklıselim yönetim erki de bu topluma “Vietnam Sendromu” yaşatmaz, yaşatmamalıdır.

 

Okunma 3625 defa Son Düzenlenme Pazartesi, 22 Eylül 2014 20:28
Hüseyin Caner AKKURT

Araştırmacı-Yazar

Yorum eklemek için giriş yapın