Cuma, 09 Ocak 2015 00:00

Zihinsel Çöküşün Yansıması: İslamofobi (9 Ocak 2015)

Yazan
Öğeyi Oyla
(3 oy)

Hıristiyan Avrupa, Giles Kepel’den mülhem Avrupa’daki yeni Müslüman kurumları-helal gıdadan, iş, finans ve eğitim kurumlarına varana kadar- İslam’ın küresel yayılmasının vasıtaları olarak görmekte ve bu fobiyle bir takım karşı retorikler geliştirmektedir. Bunun en açık örneği, fizibilitesi ve sondajı çok önceye dayandığı anlaşılan PEGIDA (Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes) yani “Batının İslamlaşmasına karşı Avrupa Vatanseverleri” hareketidir. İsminden de anlaşılacağı gibi hareket ırkçı kökenli bir yapıdan ziyade direk İslam düşmanlığı orijinlidir.

                          Zihinsel çöküşün yansıması: İslamofobi*

     Papa Francesco, Türkiye ziyareti dönüşünde giderayak yaptığı açıklamada IŞİD başta olmak üzere yaşananların parçalı bir 3. Dünya Savaşı olduğunu tanımlamıştı. Aslında 3.Dünya Savaş’ını 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan saldırılar sonrası bizzat Batı İttifakı başlattı. Tüm dünyanın gözünün içine bakarak ve tehdit ederek İslam’ı ve Müslümanları terörizmle özdeşleştirip odak merkezi haline getirdiler. Bu aşamadan sonra çatışma alanlarını İslam coğrafyasına taşıyarak, hala devam eden asimetrik savaşı başlattılar. Hatırlanacağı üzere George W. Bush, bu bağlamda “Haçlı Seferi” başlattıklarını açıkça dile getirmişti. Madrid’te 2004’te tren istasyonunun bombalanması, 7 Temmuz 2005’te Londra’da patlayan bombalarla devam eden süreçte Avrupa’daki siyasetçiler ve sağcı basın tarafından doğrudan İslam ve Müslümanlar hedef alınarak, “İslam tehdidine” karşı liberalizmin ve Hristiyan değerlerinin korunması gerektiği yüksek sesle ifade edilmişti. Geçmişten beri göçmenlere karşı devam eden ırkçı düşmanlıklar ve saldırılar bu kez boyut değiştirerek ve açıkça İslamofobi’ye dönüştüğü görüldü.

     Avrupalı yönetimlerin Müslüman azınlıkları Avrupa toplumuna entegrasyon sürecinde uygun, tutarlı ve sürdürülebilir politikalar üretme konusunda başarısız olmaları ve bundan Avrupalı Müslümanları sorumlu tutmaları gerçeği göz ardı ederek, hedef saptırmaktan başka bir şey değildir. Bu başarısızlığın altındaki temel neden, Avrupalı devletlerin kendi ülkelerindeki kendi vatandaşlık haklarına sahip Müslüman azınlığın ihtiyaçlarına cevap vermede ve sorunlarına çözüm üretmede oldukça ağır davranmaları ve hatta bu konuda son derece gönülsüz olmalarıdır. Kamusal politikaları belirlemede Müslümanların doğrudan hiçbir etkilerinin bulunmaması Müslümanlar cephesinden sosyal ayrımcılığa tabi tutuldukları hissini kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar da kültürel olarak içinde yaşadıkları toplumlardan soğumuş ve bir kısmı kendilerini güvensiz ortamın içinde bularak kapalı cemaatler haline dönüşmüşlerdir. Bu içe kapalılık halini doğal olarak yasadışı bazı yapılar, insan kaynakları merkezi gibi görerek içlerine nüfuz etme çabasına yönelmişlerdir.

Çok kültürlülük

     Hıristiyan dünyanın, 1400’lü yılların sonunda Endülüs’te Müslümanlara ve Yahudilere ölüm tehdidi ve tehcirle yapılan asimilasyonların artık mümkün olmadığını bilmesi gerekir. Her toplumda geçerli olan ana enstrüman, tarafların birbirini ötekileştirmeden karşılıklı olarak kazan-kazan ilişkisi içinde yani vermesi ve alması olarak nitelendirilebilecek sosyal entegrasyondan başka bir şey değildir. Sosyal entegrasyon politikaları sağlıklı olarak işletilmezse her iki taraf da hızlı bir şekilde entegrizme savrulur ki, zaten son zamanlarda İslamofobi üzerinden İslam karşıtı geleneksel Hıristiyanların ve sekülerlerin çoktan bu entegrist düşünceye savrulduğu görülmektedir.

     Bu minvalde farklı bakış açılarına ve tepkisel yaklaşımlara örnek vermek gerekirse; İngiltere eski Anglikan Piskoposu Lord Harries, Müslümanların toplumda benimsendiklerini hissettirmek amacıyla Prens Charles’ın yapılacak taç giyme töreninde Kur’an okunmasının yerinde bir davranış olacağını söylemesine karşı geleneksel Hıristiyanlar bu açıklamayı şiddetle kınamışlardı. Hatta Spectator dergisi editörlerinden Douglas Murray: “Böyle bir törende Kur’an okunacaksa, o zaman İngiltere’deki camilerde Cuma namazlarında Kral ve Silahlı Kuvvetler için dua edilmeli” şeklinde tepki göstermişti.

     Bu ve benzeri tepkilerden anlaşıldığı kadarıyla Avrupa’da asgari entegrasyonist çözüm olarak “ayrı alan” düzenlemeleri ya da  “çok kültürlülük” yaklaşımına bile sıcak bakılmadığı bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Gerek Avrupalı Müslümanların gerekse Avrupalı Hıristiyanların ve liberal sekülerlerin değişmeye ve bu değişime paralel olarak kendilerini buna adapte etmeye istekli olmaları gerekmektedir. Bu sağlanmadığı sürece, Müslümanlar dâhil tüm azınlıkların, içinde yaşadıkları Avrupa toplumlarına sosyal entegrasyonun mümkün olmayacağı kesin olarak kabul edilmelidir. Yıllardır devam eden bu bastırma ve etkisizleştirme, İslamofobi üzerinden değerler çatışmasını körüklemektedir. Bu çatışma ortamına zorla sürüklemenin azınlıkları terörize etmeye varan daha büyük sorunları beraberinde getireceği unutulmamalıdır.

İslam’ın Avrupa’da entegrasyonu

     Aslında temelde bu sorunlar, teolojik konularda devletin nötr pozisyon belirleyip belirlemeyeceği yani daha açık ifadeyle Avrupa’nın kamusal kimliğinin oluşumunda Hıristiyanlığın yeriyle ilgili oluşturulan  devlet politikalarıyla ilişkili bir durumdur. Huntington, İslam ve Hıristiyanlığın küresel hakimiyet ve kontrol için birbirleriyle rekabet içinde olduğundan bahseder. Bu rekabet, Hıristiyan dünyanın seküler anlayışa erken geçişiyle anlamlandırıldığında Bernard Lewis’in  “İslam ve inançsızlık arasındaki bir karşılaşmada İslam’ın mutlaka baskın ve galip geleceği” tezini güçlendirmektedir. Lewis’in “inançsızlık” tanımını biraz açmak gerekirse; inançsızlıktan kastedilenin ateizm değil dünyevileşen Hıristiyanlık anlayışı olduğu açıkça görülür. Hıristiyanlık, felsefi ve pratik anlamda “Protestan Ahlak” anlayışıyla mündemiç hale gelmesinden itibaren “tarih sonrası” döneme evrilmiştir ve bu dönemde de Avrupa tam bir zihinsel/entelektüel durgunluk ve çöküş içine girmiştir. Hâlbuki Müslüman toplumların güçlü medeniyet hafızaları, yani “tarihsel dönem” olarak adlandırabileceğimiz -özellikle modernleşme sonrası- kendi kodlarına dönme arzuları, değerler manzumesindeki bazı kırılmalara rağmen hala canlılığını muhafaza etmektedir. Budizm, Hinduizm, Taoizm gibi inanç sistemlerini daha iç bükey olarak gördükleri ve kendilerine rekabet oluşturacak içerikte ve potansiyelde görmedikleri için şimdilik bunlara karşıt/düşman bir pozisyon almış değiller. Aynı zamanda da hesaplaşma ve yüzleşme gibi bir risk de taşımadıklarını düşünmekteler. Dolayısıyla da tam da yaşadığımız çağı tarif eden “tarih sonrası” dönemi kontrolünden bırakmak istemeyen Avrupa aklı tarihsel dönemle yüzleşmek ve karşılaşmak istememektedir. Ve bu karşılaşmayı, geleneksel Hıristiyanlar olsun, seküler modernleşmeciler olsun kendilerine bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Bu yüzden İslam’ın Avrupa ülkelerindeki entegrasyonu konusunda domestik ve tek yönlü bir çatışma söz konusudur. Domestik çatışmaların modern Avrupa devletlerinin kendilerine has tarihlerinde yerel nedenlerinden ve kilit faktörlerinden biri Avrupa devletlerinin kiliselerle yapmış olduğu “denge paktı”dır. İslam medeniyet anlayışının ve kültürünün Avrupa’da sosyal alana yansıması ve giderek artan toplumsal kabuller bu paktların yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmıştır.

     Avrupa ülkelerinin göçmen Müslümanların sosyal entegrasyonu için politikalar üretme ve geliştirme konusundaki isteksizliğini burada tekrar vurgulamamız gerekiyor. Avrupalı Müslümanlar bu isteksizliği; günlük yaşamda, iş hayatında, eğitimde ve sosyal hizmetlerin sağlanması gibi temel insani konularda haklı olarak bir nevi ayrımcılık gibi görmektedirler.

Geçici göçmen işçi projesi

     Batılı bakış açısı, göçmenlere ilk başlarda kamu yararı gözeterek ekonomik bir projeksiyonla baktı. Çalışan nüfus ve ağır iş gücünde istihdam problemi yaşadıkları için portfolyo gözetmeksizin göçmenlerin gelişini teşvik etti. Bu dönemde, yani 1950 ve 1960’lı yıllarda oluşturulan politikalarda, özellikle de Müslümanların Batı’da fazla kalmaları öngörülmüyordu.  Zira gelenler büyük oranda işçi göçmenlerdi ve çoğunlukla eşleri yanlarında olmayan erkeklerden oluşuyordu. Genel temayül ise biriktirdikleri parayla geride bıraktıkları ailelerine ve yurtlarına geri döndükleri ve dönecekleri yönündeydi. Göçmen Müslümanların Avrupa’da kalmaya ve hatta geride kalan ailelerini de yanlarına getirmeye başlamaları ön görülen döngüyü tıkadı ve böylelikle “geçici göçmen işçi projesi” çöktü.  Oluşan yeni durumda Müslümanların doğal olarak gelişen entegrasyon talepleri karşısında Avrupalı hükümetler ve Hıristiyan toplum, bu talebi algılamakta, içlerine sindirmede ve reel politikaya indirmede zorluk yaşadılar. Demokrasi, eşit yurttaşlık, dinsel serbestlik, sosyal haklar vs. konularında özgürlük politikalarına güvenlik politikalarıyla ket vurdular ve çatışmayı başlatan taraf oldular.

     Batı Avrupa’da bugün 15 milyonun üzerinde Müslüman yaşadığı düşünüldüğünde artık bu toplumu göçmen statüsünde görmek ve muamele etmek mümkün değildir. Çünkü Avrupa’ya yerleşip, orayı yurt edinenler yeni jenerasyonla birlikte fiziken ve zihnen Avrupalı yerli statüsünde kendilerine lokasyon sağlamışlardır. Dolayısıyla, Avrupa bütün unsurlarıyla bir an önce geleneksel Hıristiyani reflekslerinden arınıp, devletin tarafsızlığını, farklı dini geleneklere eşit muamelenin nasıl mümkün olacağını gündemine almalıdır. Kalıcı huzur ve çatışmasız bir Avrupa isteniyorsa, Anayasal çerçeveye oturan eşit vatandaşlık haklarının adil tarzda nasıl şekillenmesi gerektiğiyle ilgili geniş tabanlı kamusal katılımla bunların tartışılması ve acilen hayata geçirilmesi ana postulat olarak görülmelidir.

Avrupa’ya aidiyet

     Hıristiyan Avrupa, Giles Kepel’den mülhem Avrupa’daki yeni Müslüman kurumları-helal gıdadan, iş, finans ve eğitim kurumlarına varana kadar- İslam'ın küresel yayılmasının vasıtaları olarak görmekte ve bu fobiyle bir takım karşı retorikler geliştirmektedir. Bunun en açık örneği, fizibilitesi ve sondajı çok önceye dayandığı anlaşılan PEGIDA (Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes) yani “Batının İslamlaşmasına karşı Avrupa Vatanseverleri” hareketidir. İsminden de anlaşılacağı gibi hareket ırkçı kökenli bir yapıdan ziyade direk İslam düşmanlığı orijinlidir.

     Defacto bir durum olarak kabul edilmesi gerekir ki;  İslam, artık Avrupa’da en büyük azınlık dinidir. Protestan Kuzey Avrupa’da Katoliklerden daha çok Müslüman, Katolik Güneyde ise Protestanlardan daha fazla Müslüman vardır. Hala çoğu Avrupalılar İslam’la yüz yüze gelindiğinde Hıristiyanlığın önceliğine vurgu yapmak suretiyle savunma geliştirirlerken, diğer bazıları da temel bir Avrupa değeri olarak sekülarizme bağlılığı öne çıkarmaktadırlar. Gelinen bu aşamada Avrupa’daki Müslüman nüfusa yerli muamelesi yapmak yerine onları diaspora toplulukları olarak görmek, yaşanan ve muhtemel yaşanacak sorunları kangrene dönüştürecektir. Bir toplum diaspora görülmeye başlandığı anda, o toplum köken itibarıyla ait olunan ülkenin ya da ülkelerin kültürel kimliğini, dilini ve dinamiğini koruma altına alan, muhafazakar entegrist bir anlayışa kapanır. Bunun sonucunda da entegrasyonun her nevisi askıya alınmış olur. Hâlbuki Avrupalı Müslümanlar, Avrupa’ya ait olmak istiyorlar. Bu aidiyet gerçekleşirse bu topluluklar kendi içlerinden siyasetçilerini, din adamlarını, iş adamlarını, akademisyenlerini yaşadıkları ülke şartlarına göre yetiştirecek ve her alanda ülkelerine katma değer kazandıracaklardır. Fakat yıllardır yapıla gelen İslamofobik yaklaşım ve politikalar Avrupalı Müslümanların marjinal bir sayıda da olsa, El-Kaide ve IŞİD gibi yapıların kucağına itmektedir.

     İslamofobi üzerinden Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kuramını hayata geçirmeye çalışan karanlık ve derin üst akıl projelerinin Avrupa’da hali hazırda zaten var olan gerek siyasi, gerekse ekonomik bölgesel istikrarsızlıkları da beraberinde güçlendireceği gerçeği unutulmamalıdır. 

* Bu yazı 8 Ocak 2015'te Yeni Şafak'ta kısaltılarak yayınlanmıştır.

Okunma 3672 defa Son Düzenlenme Salı, 13 Ocak 2015 20:26
Hüseyin Caner AKKURT

Araştırmacı-Yazar

Yorum eklemek için giriş yapın